İki köpeğin hikâyesi

Matteo Garrone’nin ilk gösterimini Cannes’da yapan ve başrol oyuncusuna ödül getiren son filmi “Dogman” haftanın öne çıkan filmlerinden.

Emrah Kolukısa

Çağdaş İtalyan sinemasının Paolo Sorrentino ile birlikte önde gelen yaratıcılarından biri Matteo Garrone. Sorrentino, İtalyan sinema geleneğinde daha çok Fellini çizgisinin devamı gibi görülürken, Garrone aynı gelenekte Rosi ve De Sica gibi ustaları yankılıyor. Garrone’nin, adı olmayan ama Roma’nın kenar mahallelerinden biri gibi algılanan bir bölgede dükkân işleten bir köpek kuaförünün hayatına odaklanan son filmi “Dogman” realist anlatımıyla dikkat çeken ama içerdiği masalsı unsurlarıyla bir fabl gibi de izlenebilecek bir yapım.

Marcello’nun hayatı köpekler, arada bir görüp, birlikte dalışa gittikleri küçük kızı ve zaman zaman halı sahada maç yaptığı çevredeki diğer esnaflar arasında geçmektedir. Her ne kadar köpekleri çok sevse de (aynı tabaktan makarna yiyecek kadar) dükkândan kazandığı para ona yetmediği için, ufak miktarlarda kokain satarak ya da arada bir hırsızlık yapan arkadaşlarına şoförlük yaparak kızını tatile götürecek parayı temin etmek adına suça da bulaşmakta çekingen değildir. İşte o arkadaşlarından biri de herkese yaka silktiren ve şuursuz aşırılıklarıyla yerel mafyayı dahi sinirlendirmeyi başaran iri kıyım Simone’dir ve Marcello ile aralarındaki tuhaf dostluk ilişkisi yavaş yavaş her ikisinin de yaşadıkları çevreden soyutlanmalarına yol açacaktır. Şiddetin yükseldiği bir finale doğru ilerleyen film bu ikisinin son bir hesaplaşmasına da sahne olacaktır.

Sürprizlerle dolu
Garrone’nin senaryosu karakterlerin geçmişine dair hemen hiç ipucu vermiyor. Marcello’yu (ya da onun antagonisti Simone’yi) verili bir zamanda ve verili bir çevrede tanıyıp onun çok da derinlikli olmayan dünyasına hızlı bir giriş yapıyor ve çok da sebep-sonuç ilişkilerine takılmadan durumlar karşısındaki tepkileriyle onu değerlendiriyoruz. Film boyunca onu tarttığımız durumlar bir yandan kişiliğinin karmaşıklığını, bir yandan da gerçek bir olaydan hareketle yazılan senaryonun asıl zenginliğini yansıtıyor; çizgisel ve tahmin edilebilir bir senaryo akışı yerine neredeyse Brechtiyen ve süprizlerle dolu bir bir hikâye çıkıyor ortaya. Soygundan kaçarlarken hırsızlardan birinin evdeki küçük köpeği çok havladığı için buzdolabına kapattığını duyunca eve dönüp yakalanma pahasına onu hayata döndürmek için uğraşması, ya da mafya tetikçilerinin kurşunlarına hedef olan Simone’yi annesinin evine götürüp tedavi etmeye çalışması gibi durumlar ona duyduğumuz empatiyi (ince bir mizahın da etkisiyle) katlayan şeyler.

Benzersiz performans
İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapan “Dogman” haftanın öne çıkan filmlerinden. Onu öne çıkaran yanı ise her şeyden önce başrol oyuncusunun benzersiz performansı. Marcello Fonte’ye Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran performansı, bir başka İtalyan oyuncuyu, yıllar önce “Il Postino” (“Postacı”) ile hayranlığımızı kazanan ve ne yazık ki çok erken hayata veda eden Massimo Troisi’yi aklımıza getirdi desek yalan olmaz; Fonte de tıpkı Troisi gibi incelikli, ölçülü, abartısız ve son derece samimi bir oyunculuk sunuyor. Karakterin dönüşümünü köşeli ve keskin bir şekilde değil de, Marcello’nun içine dönerek ve psikolojisini bakışlarla, küçük jestlerle ve eskisinden farklı seçimlerle desteklediği dengeli bir tarzda sergilemesi Fonte’nin ustalığının göstergeleri şüphesiz. Öte yandan tamamen içgüdülerinin yönlendirmesiyle yaşayan ve saatli bomba misali hiç kestirilemeyen bir karakter olan Simone rolünde de Edoardo Pesce çok sağlam bir performans sergiliyor. Birbirinden çok farklı iki karakteri (belki de iki farklı cins köpeği!) canlandıran bu oyunculardan biri diğerini yarı yolda bıraksa muhtemelen film de çökerdi, o kadar iyiler cidden. Garrone’nin sezgisel ve o yüzden de bir hayli riskli senaryosu Fonte ve Pesce sayesinde perdede boyut kazanıp hayat buluyor, bunu da teslim etmek gerek. Son bir not: “Dogman”, tahmin edebileceğiniz üzere, Cannes’da Palm Dog ödülünü de aldı.
FİLMİN NOTU: 8/10