İdeolojik tekme, susmak zamanı ve acılı kuşaklar

Yerkel’in tekmesinde de sıradan bir zalimin ya da siyasal İslamcı yanaşmasının “her zamanki iş gibi” yoksula, emekçiye tekme atıyor olması bardağı taşırdı. Soru açık: Beyaz polis affedilecek mi? Yerkel niye affedilsin? Birinin ölmüş olması, diğerinin yaşıyor olması vakanın şiddetini değiştirmez! Toplum adına kin tutmak aydının görevidir!

Enver Aysever/Kurşunkalem
1.
“Kinci miyim?” diye soruyorum kendime bazen. Takıntılı, huysuz zamanlarım oldu da, kincilik başka! Geçen gün Yusuf Yerkel’in Soma’da attığı meşhur tekmeden ötürü özür dilemesi, ardından kabul edilip edilemeyeceği tartışması yapıldı. Bazısı: “Biri özür diliyorsa kin tutmamak gerekir” dedi. İyi de bu özrü kim kabul edecek? Darbeyi yiyen kişi mi, Soma’da yakınlarını yitiren biçare insanlar mı, yoksa ürkütücü siyasal süreçte bedel ödeyen toplum mu? Dahası, o gün çocuk olanlar mı, belki henüz doğmamış ama bu memlekette yaşayacak kimseler mi? 
O tekme iktidarın gücünü gösterir, ideolojiktir. Özürle, pişmanlık cümleleriyle geçiştirilemez. Zalimin mazluma tekmesidir. Kibrin, şımarıklığın göstergesidir. Yerkel, ABD’deki ırkçı saldırıya yönelik Arendt’in Nazi’ler için ürettiği kavramı kullanarak paylaşım yaptı, dedi ki olan için; “… kötülüğün sıradanlığı olgusu yatıyor. Sıradan beyaz bir polisin korkunç bir şeyi “her zamanki iş” gibi yapıyor olması bardağı taşırdı.” Kişi kendini bilmeli değil mi? Yerkel’in tekmesinde de sıradan bir zalimin ya da siyasal İslamcı yanaşmasının “her zamanki iş gibi” yoksula,  emekçiye tekme atıyor olması bardağı taşırdı. Soru açık: Beyaz polis affedilecek mi? Yerkel niye affedilsin? Birinin ölmüş olması, diğerinin yaşıyor olması vakanın şiddetini değiştirmez! 
Toplum adına kin tutmak aydının görevidir!
2.
Geçen gün 91 yaşında yazar Adalet Ağaoğlu “keşke bu kadar uzun yaşamasaydım” dedi. Bir dönem yakın olduk kendisiyle. Romancılığını tartışmam. Ancak ülkenin içinde bulunduğu sürece dair susmakla yükümlüdür. En büyük gazetenin manşetinden “Kemalist darbecilik” eleştirisi yapmak, ardından da ilk siyasal İslamcı devlet başkanı sofrasından poz verdikten sonra konuşamazsınız. Özür diledi mi anımsamıyorum, ancak dilediyse de kim kabul edecekti? Adım adım gericilik toplumu tutsak alırken, “ama ben iyi olacak sandım, kandırıldım” diyerek sorumluluktan kurtulabilir mi yazar kişi?
Yazarlara olduklarından öte güç, anlam yükleyecek değilim; ancak toplumsal meseleler hakkında kalem oynatan, üstelik yapıtları bu ölçüyle değerlendirsin diye ortaya koyan biri, bu kadar kolay yanılamaz. Üstelik “Kemalizm” eleştirisinde gözünü budaktan sakınmayan birinin siyasal İslamcılarla burun buruna gelip de kim olduklarını anlayamaması tuhaftır! Romancılar kutsal varlık değil, bilice de elbette; ancak toplumu, dünyayı duyumsarlar, hatta önden dile getirirler!
Uzun yaşamak gereğinde susmak erdemini öğretmelidir!
ABD'de George Floyd eylemlerinden...

3.
“Acılı Kuşak” tanımı Mehmed Kemal’e ait. Kitabın başında “bizde her kuşak acılıdır, bir sonraki öncekinden fazla” diyor. Kırk kuşağı aydınları –yazarlar, şairler- peşinde polisle dolaşmaya alışıktır. Biri kafayı taktığı kimse için ihbarda bulundu mu, o kişi hapı yuttu demektir. Siyasi poliste dosya açılır, adım adım izlenir, temel yurttaşlık haklarından faydalanması neredeyse imkânsız hale gelir. Kemal tüm bunları ayrıntısıyla anlatıyor okura. Ekliyor; “12 Mart kuşağı bizden fazla acı çekti.” Bu günleri görseydi şair, kim bilir ne yazardı acı defterine?
4. 
Kitapta Cahit Sıtkı’nın Paris’te Fransız Radyosu’nda spikerlik yaptığını yazıyor üstat. Şaşırdım doğrusu. Avrupa faşizm altında inlerken, Kemal’in demesiyle “kara bir bulut gibi” yayılırken, Cahit Sıtkı kendi halkına da ses vermeye çabalıyor. Saldırganlar bulunduğu bölgeye gelince Tarancı bisiklete atlayıp kaçıyor. Memlekete dönünce karşılaşıyor iki şair. Mehmed Kemal uzaktan bildiği Cahit Sıtkı ile karşılaşınca hayal kırıklığı yaşıyor. Kim bilir düş dünyasında nasıl canlandırmış onu? Yüzünde çıban vardır Cahit Sıtkı’nın, yüzü esmerliğiyle kavrulmuştur, kendi de çirkinliğinden şikâyetçidir. Bundan mıdır bilinmez, pek aşk işlerine rastlanmaz, evlenir sonraları. O da polisten payına düşeni alır, belli ki canı sıkılır, kenara çekilir. 
5.
Mehmed Kemal bir yerde: “Şair olmak başlı başına en mühim iştir, hem şair hem başka bir şey olmak şaşırtır beni” diyor. Mesela hem aktör, hem şair olmak gibi! Şiiri solgun ülkeyiz, kimseler bu incelikli işe gereksinim duymuyor. Oysa Mehmed Kemal’in kaleminden okuduklarım nasıl lezzetli heyecan verici. Orhan Veli’den söz açarken bir ağabey, baba gibi davranıyor Kemal. Otuz altı yaşında öldüğü için, tüm kuşağı ondan ileri yaştadır, haylaz, sevimli bir çocuğa duyulan şefkattir hissedilen. Tuhaf, ben de “Bir Garip Orhan Veli”yi Müşfik Kenter’den izlediğimden beri aynını duyumsarım. Veli böyledir, içine alır insanı hemen.
6.
Orhan Veli’nin ölümünü herkes bilir. Ellilerde Ankara Yenişehir’de kanalizasyon kuyusuna düşer. Önce ciddiye almaz, İstanbul’a gelir, yanlış tahminle –teşhis mi demeliyim- içkici olduğu için alkol tedavisi başlanır. Beyinde damar çatlaması vardır, Orhan Veli 14 Kasım Salı gecesi 23.20’de ölür. Yaşama tutkun Veli, doyamadan aramızdan ayrılır. Mehmed Kemal şöyle yazıyor, duygulanarak okudum;
“Depoya gönderilen elbiselerinin ertesi gün cepleri karıştırılıyor. Ne banka cüzdanı, ne tahvil, ne senet, ne şu, ne bu!.. Bir at yarışları programı, sarı ambalaj kâğıdına sarılmış diş fırçası çıkıyor. Fırçanın sarılı olduğu kâğıtta yazılar vardır. Okuyanlar Aşk Resmi Geçidi adlı şiirini buluyorlar.”
Ama o son cümlesi yok mu Mehmed Kemal’in, şairlikten öte değerli bir iş olmadığını anlatır gibi, Veli’nin ardından diyor ki;
“Otuz altı yaşındaydı. Ölünecek yaş değil.”
7.
Zihin durmuyor, peşine düşüyor imgelerin, yorulmak nedir bilmiyor…