İçtenci sinemanın güzel sıcaklığı…
Pedro Almodovar, içtenci sinemanın dupduru bir örneği olan «Acı ve Şöhret» ile içimizi ısıttı. Gelecek Cumartesi gecesi, oyuncuları Penelope Cruz ve Antonio Banderas’la birlikte ödül sahnesine çıkabilir.
Mehmet BasutçuMehmet Basutçu / Cannes - Biraz soluklanmak gerekiyordu. Festivalin ilk günlerindeki serin güneşin hoşluğuna karşın salonlara sızan kara bulutların küresel yoğunluğundan bunalmıştık. Genç Fransız yönetmen Ladj Ly’den, seksen yaşındaki Ken Loach ustaya kadar uzanan geniş yelpazede, ‘vatandaş sinema’ diye adlandırabileceğimiz toplumsal sinema türünün yenilikçi ya da klasik örnekleri son derece çarpıcı, kaygı vericiydi. Günümüzün gerçeklerine bilinçli gözlerle bakan duyarlı sanatçılar, karanlık bir geleceğin kaçınılmazlık sınırına dayandığına işaret etmekteydiler…
Bu karamsar tedirginlikten, hafta sonunun ilk yağmur damlalarıyla birlikte sıyrıldık. Sıcaklık salonlara taşındı. İçtenci sinemanın güneşi, Pedro Almodovar’ın özyaşamından derin izler taşıyan « Acı ve Şöhret »in yumuşak, duru olgunluğunda parlayıverdi. Yumuşak sıfatı İspanyol yönetmenin kıpır kıpır çılgın sinemasıyla nasıl uzlaşır ki ? Evet, şaşırtıcı ama uzlaşıyor. Farklı, dingin, olgun, nostaljiye kapılmadan geçmişini sorgulayan bir Almodovar var karşımızda. İç hesaplaşma gibi görünse de, temelde bir içe dönüş söz konusu. Çocukluğunu anımsayarak o dönemin derin izlerinden yola çıkan yönetmen, doğal ailesiyle sinema ailesini bu filmde başarıyla bütünleştiriyor. Kırsal İspanyanın, yoksulluğu unutturan sıcak güneşi altında yaşadığı ilk dürtüleri anımsadığında gözleri önüne gelen ilk çehre, perdede Penelope Cruz’la eşleşen o güzelim annenin yüzüdür...
Özel yaşamında önemi olan herkesi, mesleki yaşamında yakın ailesini oluşturanlarla birlikte bu filme davet eden Pedro Almodovar, kağıt üzerinde aşılması zor görünen engellerin üzerinden kolayca atlamış. Son derece özel olmasına karşın, her kültürden ve her yaştan seyirciye seslenebilen insan portrelerini içtenlikle çizmiş; yalın bir dille sahnelemiş; zayıflıklarını ve her tür kırılganlıklarını asla hasıraltı etmediği karakterlerine (yani kendisine ve, zaman zaman yolları ayrılsa da, sevdiği dostlarına) empatiyle, hoşgörüyle, sevecenlikle yaklaşmış. 1980’lerde, Movida rüzgarının yaratıcılık ateşini dört yana üflediği Madrid’te rastlantı sonucu karşılaşan ve şöhrete giden merdivenin ilk basamaklarını birlikte çıkan Antonio Banderas ile Pedro Almodovar’ın uzun yıllar sonra yeniden buluşmaları, ödül gecesi de sürecek kadar doğurgan, farklı, özgün bir işbirliğinin kapılarını açmış.
Banderas’ın Hollywood’a transferiyle onlarca yıl birbirlerinden uzak kalan Pedro ile Antonio arasındaki dostluğun böylece tazelenmesi, filmin başarısına önemli bir katkıda bulunuyor. Öte yanda, Almodovar’ın çocukluk yıllarındaki enerji dolu güzel annesini canlandıran Penelope Cruz’un bu yalın ve içten filmin sıcaklığına getirdiği katkı da azımsanmamalı. Almodovar, Banderas, Cruz üçlüsünü gelecek Cumartesi gecesi ellerinde ödüllerle sahnede görmek sürpriz olmayacak.
Bu ciddi olasılık, özellikle politik sinemanın üçüncü kez Altın Palmye almasına karşı olanları sevindirdi galiba. “Almodovar artık Altın Palmiye almayı hakediyor” derken, aslında onur kırıcı, acayip bir denge arayışının tuzağına düştüklerinin farkında değiller. Bu zihniyet, pozitif ayrımcılığı ödül listelerine dek taşıyabilecek mi acaba ?
Ayrıca, bu yıl Onur Palmiyesi alacak olan Alain Delon’un, kadınlara karşı şiddet uygulamış biri olduğu gerekçesiyle protesto edilmesi de benzer bir saçmalığın tehlikeli yansımalarından bir başkası. Suçlamak, savunmasız yargılamak, mümkünse de hemen cezalandırmak dürtüsü, belki insan doğasının bir parçası ama, özdenetim altında tutulması gereken en tehlikeli parçalarından biri değil mi?