İçimizdeki katil; mikroplar!

İnsanlarla mikropların birlikte evrildiği binlerce yıllık bir hikâye bu, tarihi de genlerimizde yazılı

Gamze Akdemir- Cumhuriyet Pazar

Mikroplar! Yeryüzünün asıl sahipleri... Diğer tüm canlılardan önce onlar vardı, muhtemelen en son da onlar yok olacak. Bilim insanlarına göre, yeryüzünde yaşam, bir mikrop türü olan bakterilerle başladı. Yeryüzünde yaşamı, çok uzun bir süre mikro organizmalar temsil etti öyle ki yaşam tarihinin dörtte ikisi onlarla geçti. Jeologlar 4.5 milyar yıl önce ortaya çıkan yeryüzünün başlangıç dönemine Prekambriyan (Kambriyan öncesi) dönem adını veriyorlar. Bu dönemin en önemli özelliği yaşamın mikroskobik olması!

Mikroplar, modern dünyadaki tüm yaşam biçimlerinin yaratıcısı olarak değerlendiriliyorlar. Buna göre DNA'yı, vücudumuzdaki proteinleri, tüm temel moleküllerini geliştirenler de, Güneş ışınlarını yiyeceğe dönüştürme yöntemlerini bulanlar da, oksijenin yükselmesini sağlayanlar da onlar!

Harvard Üniversitesinden Paleobiyolog Andy Knoll’a göre, bu ilk canlılarda henüz cinsiyet yok ama kendilerine birebir benzeyen bir kopya üretme güçleri var. 1 milyar yıl önce, bu mikroskobik varlıklar birkaç türe ayrılıyor ve genellikle ucu sivri demir parçacıklarına ya da çift boynuzlu toplara benziyorlar. Cinsiyet ise sonraları ortaya çıkıyor.

2013’te, “Amerikan Bağırsak Projesi” adlı, 80 araştırma enstitüsünden 200 bilim adamının yer aldığı ve sonuçları bilim dergileri Nature ve Public Library of Science'da yayımlanan çalışmada; bilim insanları hangi mikropların vücudun neresinde yaşadığına dair haritayı çıkararak, sağlıklı bir insanın, bedenini 10 binden fazla mikropla paylaştığını saptadı.

Sayısal veriler inanılmaz! Sadece bağırsaklarda bin kadar farklı tür bakteri yaşıyor ve sayısı trilyonları buluyor. İnsan genomu 20 bin gen içeriyor ama mikroplarımız bunun 500 katından fazlasına sahip. Yeryüzünün tüm yüzeyini kapsayan mikrobun ağırlığı toplamda yaklaşık iki milyar ton.


Dünyadaki mikropların çoğunluğu okyanuslarda, bağırsaklarda ya da atık su arıtma tesislerinde değil, çoğu yer kabuğunun içinde. Toplam ağırlığı da 40 milyar ton olarak tahmin ediliyor. Çoğu tek bir hücre bölünmesi bile geçirmemiş. Bilim insanlarına göre eğer hepsi koli basili oranında bölünmeye başlasalardı tek bir gecede, yeryüzünün tüm ağırlığını ikiye katlarlardı.

Yazada referans alacağımız yazarlardan Mikrobiyolog Dorothy Crawford, “Ölümcül Yakınlıklar - Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdi?” (Metis Yayınları) kitabında mikroplar ile insanlar arasındaki ilişkinin kadim tarihini ele alıyor. Kitap boyunca “mikrop” sözcüğü mikroskobik boyuttaki her organizma (bakteri, virüs, tekhücreli) için kullanılıyor -ki biz de öyle yapacağız-.

Crawford başlıca şu sorulardan yola çıkarak geliştiriyor incelemesini: Mikroplar insanlara kolayca bulaşıp yayılacak şekilde nasıl evrimleşti? Avcı-toplayıcı topluluklardan tarım toplumlarına geçiş neden mikroplara yaradı? İlk şehirler kurulduğunda hangi koşullar mikropların serpilip palazlanmasına yol açtı? Tarihte yaşanan şiddetli salgın ve kıranlar toplumları ve kültürleri nasıl etkiledi? Mikroplarla etkili bir şekilde mücadele etmeye başlamamızı sağlayan icat ve keşifler nelerdi? Hangi mikropları alt ettik, hangileri bizi alt etmeye devam ediyor? Giderek kalabalıklaşan bir dünyada bizi nasıl tehlikeler bekliyor?

Mikrobiyolog Bernard Dixon da, Görünmez Güçler - Mikroplar Dünyayı Nasıl Yönetiyorlar? (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabında mikropların yaşamımızda oynadıkları hayati önemi inceliyor. Neden oldukları hasarlar ve faydalarla birlikte en bilinen 75 mikrobu olağanüstü hikâyeleriyle tanıtıyor.

Velhasılı peynirden şaraba, petrol rezervlerinin kaynaklarından, atık dönüşüm tesislerinden modern endüstri toplumlarınca kullanılan çeşitli ürünlere, sindirim sistemimizden biyoteknoloji endüstrisinin sentezlediği antibiyotiklere kadar neredeyse her alanda mikroplara bağımlıyız.

Mikroplar, vücudu şekillendirmeye ve yaşlanırken organları yenilemeye yardımcı da oluyor. Hatta “I Contain Multitudes (Çokluk Taşıyorum)” adlı kitabın yazarı Ed Yong, “Belki de davranışlarımızı ve düşünme biçimimizi de etkiliyor olabilirler. Hayvanlar üzerinde yapılan çok sayıda incelemede, bağırsaktaki mikropların ruh halini, kişilik özelliklerini, stres ve endişeye dayanıklılığı etkilediği görüldü" diyor.

Sevdiğimiz bazı yiyecekler de mikropların eseri! Mesela peynir, bakteri ve mantarların inşa ettiği bir mikroorganizmalar kalesi olarak niteleniyor. Aynı şekilde ekmek, yoğurt, turşu, bira da öyle… Hepsi de tatlarını bakteri, maya ve mantarlara borçlu.

Mikroplar koruyucu meleğimiz olabildiği kadar hasmımız da malum. Öyle ki kimi mikroskobik ordular tarihteki en büyük orduların hakkından gelmeyi başardılar. Halâ her yıl 14 milyon insanın ölümüne neden olan kötücülleri, geçmiş yüzyıllardaki çiçekten ve vebadan günümüzde devam etmekte olan koleraya ve AIDS'e kadar, yol açtıkları dehşetli salgın hastalıklarla şeytana bile pabucunu ters giydirdi tarih boyu.

Sebep oldukları, savaş kadar yıkıcı olan hastalıklarla, gezegen nüfusunun önemli bir bölümünü kimi yavaş yavaş kimi ise hızla, kitlesel şekilde yok etti! Demografik yapıları değiştirdi, savaşlara yön verdi, toplumları örgütledi hatta bir yönüyle eşitledi! Ekonomileri sarstı, hükümetleri devirdi, dünya dengelerini alt üst etti. Tıp başta olmak üzere pek çok bilim dalında keşiflerin önünü açtı.

Anımsayalım…

Katil mikroplar İrlanda’yı mahvetti!

1845’te bir mantar türü olan Phytophthora infestans, İrlanda’nın temel gıdası patatesi kırıp geçirdi. Bir milyon yoksul İrlandalı öldü, iki milyonu Avustralya’ya ve Yeni Dünya’ya göç etti. John Fitzgerald Kennedy’nin ataları, Kerry vilayetinden Fitzgerald’lar ve Wexford vilayetinden Kennedy’ler de göç edenlerdendi.

Verem

Tarihte toplumları etkilemiş kitlesel hastalıkların başında hiç kuşkusuz verem geliyor. Günümüzde hala tek mikrobun yaptığı en çok öldüren bulaşıcı hastalık olan verem, tarih boyunca en çok can almış hastalık. Vereme neden olan “Mycobacterium tuberculosis” basili suda, çayırda, petrol yataklarında, doğada her yerde bulunabiliyor.

Kökeninin 300 milyon yıl önceye dayandığı düşünülüyor. Buna karşın, Sanayi Devrimi’yle birlikte insanların kentlerde yoğun ve kötü koşullarda yaşamaya başlamasıyla salgın haline dönüştü. 19’uncu yüzyılın başlarında Avrupa nüfusunun yüzde 70’ini ele geçirdi. Manchester fabrikalarında çalışan, göçmen İrlandalıların birçoğu da genç yaşta veremden öldü.

Mikroplar edebiyat ve sanatı da ıskalamadı! George Orwell ve Jane Austen, Molière ve Honore de Balzac, John Keats ve Elizabeth Barrett Browning tüberkülozdan çektiler. Bazıları bu nedenle öldü.

Veba

Veba antik çağlardan itibaren can alan bir katil! Adını, hastalığa yakalanan dönemin Bizans İmparatoru 1. Justinianos’tan (Jüstinyen) alan ve 541-542 yıllarında yaşanan Jüstinyen vebası, 100 milyon kişinin ölümüne neden olmuş. O dönem 750 bin olan Konstantinopolis nüfusu, bir yıl içinde 450 bine düşmüş.

Orta Çağ'da da 1347-1353 arasında, Orta Asya’dan tüccarlar aracılığıyla Kırım’a, oradan da tüm Avrupa’ya taşınan veba, Orta Çağ’ın feodal düzenini yerle bir etti, bir yönüyle Rönesans’a giden yolu açtı. Avrupa nüfusunun üçte birini yok eden veba, dünya genelinde 75 milyon kişiyi öldürdü.

Vebanın önceleri farelerden bulaştığı sanılıyordu. Gerçekte bakteriyi yayan bir tür pireydi ve fareler de hastalığı pirelerden almıştı. Taşıdıkları mikrop, yüzyıllar sonra Yersinia pestis olarak adlandırılacaktı.

O dönem inanışına göre cadılara yardım ettiği gerekçesiyle kediler toplanıp öldürülmüş dolayısıyla fareleri yakalayacak kedi kalmadığı için farelerin sayısı artmış ve salgın daha da önüne geçilemez bir hal almış.

Veba doktorları üzeri bal mumuyla kaplı bileklere kadar uzanan bir kıyafet ve özellikle karga burnuna benzeyen ilginç maskeler kullanıyorlardı. Göz yerleri camlı olan bu maskenin içine karabiber veya başka baharatlar, kurutulmuş bitkiler konularak mikrobun nefes yoluyla bulaşmasına engel olunacağına inanılıyordu ama tüm bu çabalar nafileydi.

Bu arada vebanın bir çıkış noktası olarak imlendiği en çarpıcı kitaplardan birinin de; ünlü İtalyan yazar Giovanni Boccaccio’nun, veba salgınından kaçmak için bir araya gelen yedi genç kadınla üç genç erkeğin birbirlerine anlattıkları öykülerden oluşan başyapıtı, “Decameron” (Alfa Yayıncılık) olduğunu da belirtelim.

Kuş Adam!

Veba’yla ilgili Uzm. Dr. Sonnur Gürsoy’un değerlendirmelerine kulak verelim şimdi:

* “Veba salgını Avrupa yı yıkıp geçerken, ücra köylerde yaşayan insanlar dünyanın sonunun geldiğine inanmaya başlıyordu. Gizemli yabancıyı bekliyorlardı: Kuş Adam’ı! Yabancının doğaüstü güçleri olduğu, Kara Ölüm’ü tanıdığı ve onu kovmayı bildiği söyleniyordu. Kuş maskeli haberci nihayet köylerini ziyaret ettiğinde, köylüler hayvan-insan-melek hiyerarşisinde onu nereye oturtacaklarına bir türlü karar veremiyorlardı; oysa bu ağır kostümlerin içindekiler, korkudan tir tir titreyen tecrübesiz, genç doktor adaylarıydı sadece. Aralarında Nostradamus gibi ünlülerin de bulunduğu veba doktorlarının ürkütücü kostümü, Charles de L’orme adlı Fransız bir doktor tarafından tasarlanmıştı. Doktor üniforması Pagan inanışlarından, çileci keşişlerden, şamanlardan, hatta Ölüm Meleği tasvirlerinden izler taşısa da aslında simgesel olmaktan çok işlevseldi. Kostümün amacı, içindeki doktoru hastalıktan korumaktı. Böylece genç hekim, kostümünü giyip uzun yolculuklara çıktı. Üniforma içindeki insanın dış dünyayla bağlantısını neredeyse tamamen koparıyordu. Doktorun giydiği uzun manto şövalye zırhlarından esinlenilerek yapılmıştı ve koruyucu yağlarla yağlanıp balmumuyla kaplanmıştı; bununla yürümek çok zordu. Köy çocukları Kuş-Adam’ı görür görmez eteklerine yapışıyor, ağlaşan kadınlar üstünü başını çekiştirip duruyorlardı. Koyu renk mantosu, büyücü asasına benzeyen değneği ve hiç konuşmaması ona esrarlı bir hava veriyordu ama uğruna şiirler yazılan bu iyiliksever ve ürkütücü kişinin asıl gizemi, taktığı kuş maskesindeydi. Maskenin gaga kısmının içi gül, nane, lavanta gibi otlarla doldurulmuştu. Bu bitkilerin şifalı olduğuna ve Kara Ölüm’ü korkutup kaçıracağına inanılıyordu. Aynı zamanda, bu hoş kokulu otlar ölümün kokusunu bastırıyor, doktorun çürümüş bedenleri incelemesine olanak veriyordu. Maskenin göz yerlerinde ise iki adet yuvarlak, kalın cam parçası vardı: Dış dünyaya açılan iki küçük pencere. Yabancı vebayı tedavi edemiyor, sadece muayene ettiği kişinin hastalığa yakalanmış olup olmadığını söyleyebiliyordu. Kara Ölüm, yüz milyondan fazla insanın ölümüne yol açmıştı ve bu insanların arasında veba doktorları da vardı. Şifacının maskesi, sonunda, yenmeye çalıştığı hastalığın simgesi haline geldi. Veba doktoru kostümünün en ilgi çekici parçası kuş gagası ise bugün kendi trajedisinden soyutlanarak steampunk yazarları, pop grupları ve performans sanatçıları tarafından sahipleniliyor; bu kez, maskenin ardındaki sanatçıyı bir efsaneye dönüştürmesi için.” (* Uzm. Dr. Sonnur Gürsoy / Pediatrik Yaşam Desteği AHA Resüsitasyon 2015 Kılavuzu)

Kolera

Ganj nehri'nin alçakta kalan bölgelerine özgü bir hastalık olarak kolera, 1817’de Hindistan’da kirli sulardan ve kirli gıdalardan bulaşan ölümcül bir hastalık olarak ortaya çıktı. Tarihte yedi büyük kolera salgını yaşandı. 1817-1824 arası ilk Asya kökenli kolera olarak bilinen ve 110 bin can alan 1. kolera salgını, Güneydoğu Asya’dan Ortadoğu’ya, Doğu Afrika’dan Akdeniz kıyılarına kadar yayıldı. 1899-1923 arası Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Avrupa ve Rusya’da 1.5 milyon insanın ölümüne yol açtı.

Sanayileşme ile kırsal kesimden şehirlere yoğun göç yaşanmasıyla kötü ve yetersiz altyapı sorunları ortaya çıkmış dolayısıyla kanalizasyon suları, insanlara büyük sorun yaratmaya başlamıştı. 1854’te John Snow isimli bir doktorun, salgına kirli suların neden olduğunu ispatlamasıyla İngiliz Parlamentosu Thames Nehri’ni temizlemek için yeni bir kanalizasyon sistemi inşasına karar verdi. Kanallar sayesinde ırmak temizlendi ve kolera salgınları sona erdi.

Cüzzam

Cüzzam diğer bir adıyla Lepra, bulaşma ihtimali yok denecek kadar az olan bir deri hastalığı. Doğada yalnızca insan vücudunda bulunan bir virüs yoluyla ortaya çıkan cüzzam, ölümcül bir hastalık değildi fakat doğru tedavi uygulanmazsa sakatlıklara yol açabiliyordu.

Orta Çağ Avrupa’sında Haçlı Seferleri sırasında cüzzamlı sayısı 19 bini bulmuştu. Osmanlı devletinde de cüzzamlı hastalara Avrupa’da olduğu gibi muamele ediliyor ve hastalar, yerleşim yerlerinden uzakta yaşamak zorunda kalıyorlardı. İlk cüzzamhane 2. Murad tarafından Edirne’de yaptırılmış. 1514’te de Yavuz Sultan Selim zamanında Üsküdar-Kadıköy yolu üzerinde Karacaahmet Miskinler Tekkesi yaptırılmış. Türkiye’de ise yakın geçmişte akla gelen ilk isim, ekibi ile birlikte yıllarca süren çalışmaları sonucunda, cüzzamı ülkemiz için önemli bir sağlık sorunu olmaktan çıkaran Türkan Saylan kuşkusuz.

İspanyol gribi

Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ve 20’inci yüzyılın en büyük felaketlerinden biri sayılan İspanyol gribi, yaklaşık 50 milyon insanın canını aldı. Bu arada hastalığa İspanyol gribi denmesinin nedeni ise İspanya’da ortaya çıktığı için değil. 1. Dünya Savaşına katılan ülkelerde uygulanan sansür sebebiyle hastalığın, ilk, savaşa katılmayan İspanya tarafından kamuoyuna duyurulmuş olması.

İspanyol gribi, yaşlı ve çocuklarda değil 20’li yaşlarındaki genç kişilerde daha yaygın görülüyordu. En çok kayıp veren ülkeler Asya ve Afrika’daydı. Hastalıktan en çok etkilenenler ise kötü beslenen, kötü şartlarda yaşayan insanlardı. H1N1 virüsünden kaynaklanan gribe yakalanan hastalar solunum güçlüğü çekiyor, yüzleri önce maviye, öldüklerinde ise siyaha dönüyordu. Virüsün akciğerde açtığı yaralar ölümcül bir zatürreye sebep oluyordu.

İspanyol gribinden ölenlerin sayısı, ülkelerin sosyo-ekonomik yapısının değişmesine neden olacak denli kitleseldi: Birinci Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden insanların üç katıydı. Grip Osmanlı Devleti’nde de görülmüş, Anadolu’da da ölümlere yol açmış yalnızca İstanbul’da 6403 kişi hayatını kaybetmişti.

AIDS

20. yüzyılın en ürkütücü virüslerinden, 1980’lerde ortaya çıkan AIDS, 40 milyon insanın ölümünden sorumlu. Mikrobiyolog Dorothy Crawford’un, “Ölümcül Yakınlıklar - Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdi?” kitabındaki değerlendirmelerine göre; 2015’te dünya genelindeki 56.4 milyon ölümden 3.2 milyonu alt solunum yolu hastalıklarından, 1.4 milyonu ishalle ilişkili hastalıklardan ve 1.4 milyonu tüberküzdan kaynaklanıyordu. Aynı yıl AIDS’li sayısı ise 1.1 milyona ulaşmıştı.

SARS

2003’te Çin’in güneyinde ansızın ortaya çıkan SARS (Ani Gelişen Ciddi Solunum Yetmezliği Hastalığı) ise önce Hong Kong’a oradan kısa sürede 32 ülkeye yayıldı, toplamda 8 bin insana bulaştı. Bini aşkın insanı öldürdü. Gribe benzer şikayetlerle kendini hissettiren hastalığın farkı iyileşmemesi ve zatürreye dönüşmesi ve büyük bölümünde can almasıydı. Koronavirüsün neden olduğu hastalığı kontrol altına almak için karantina yöntemleri uygulandı yanı sıra çağın moleküler teknolojisi kullanılarak araştırma süreci tamamlandı ve hastalık kontrol altına alınabildi. Bu sayede hastalığın Çin’deki nal burunlu yarasaların SARS koronavirüsünün asıl konakçısı olduğu ve Misk kedisinin aracı görevi görerek virüsü insanlara bulaştırdığı anlaşıldı. Çağlar önceki atalarımız ise o kadar şanslı değildi. Antik mikroplara karşı bugünle kıyaslanamayacak denli ilkel tedavi yöntemleri milyonları öldürdü.

Bugün çiçek virüsü şanslıyız ki yok edilmiş durumda. Çocuk felci ve kızamık virüsleri de yok olmanın eşiğinde ama çok da sevinemeyiz! Zira insanlığın tüm çabalarına rağmen hortlayan ve/veya yenilenen mikroplar bugün de sayısız can almaya devam ediyor.