İçimdeki mücadele isteği hiç bitmiyor
Sezgi Mengi için oyunculuk hikaye anlatabilmek, cümlelerin sözcüsü olmak, kendini başka bir şekilde var edebilme cesaretini aramak demek. Mengi, günümüz Türkiye'sinde oyunculuğu icra edebilmenin bile tek başına politik bir eylem olduğunu düşünüyor. İnandığı gibi yaşıyor, öyle hareket ediyor. Bunu “ilkelerim” deyip romantikleştirmiyor da, çünkü Mengi'nin pusulası hep vicdanı.
Ali Deniz Uslu / Cumhuriyet
Sezgi Mengi oynamaya doyamadığı için başka alanlarla ilgilenemediğini söylüyor. Ama iler bir tiyatro rejisi yapma fikrinin heyecanını taşıyor. Oyunculuğun bir ilüzyon olduğuna inanıyor, o yüzden nasıl yapıldığına dair fazla konuşmak istemiyor. Bunu bir sihirbazın numaralarını seyirciye anlatmaması gibi görüyor. İşte Sezgi Mengi'nin dünyası...
-Oyunculuk serüvenin okulu kırmakla başlamış. Neydi okulda bulamadığınız, neydi sizi tiyatro sahnesine, oyunculuğa çeken?
Okul özellikle orta öğretim gencecik çocukların sistem tarafından bir kalıba sokulduğu, tek düzeleştirildiği bir sistem. Bense o dönemlerde tek bir şey olmaktansa her şey olmak istiyordum. Beni tek düzeleştiren sistemden kaçarken tiyatroyla tanıştım. Birgün Topağcı'nda yürürken Ayla Algan'ın oyunculuk okulunun tabelasını gördüm ve içeri girdim. O gün hayatımın dönüm noktasıydı, okulu kırıp kırıp Ayla hoca'nın derslerine katılıyordum, Şehir Tiyatroları'nda gizli gizli sahne arkalarında provaları izliyordum. Ergenlik dönemim böyle geçti. Disiplinden kaçarken disiplinler arası bir mecrada buldum kendimi! Sonrasında Şahika Tekand'ın eğitmenliğinde Studio Oyuncuları'nda dört oyunculuk eğitimi aldım. Üniversitede sanat yönetimi okudum. Studio ve üniversite birlikte gitti. Çift anadal yapmış gibiydim. Şahika Tekand tam da bu bahsettiğim meseleler üzerinden oluşturmuş bir müfredatı vardı. O anlamda kendimi en mutlu hissettiğim yerdi Studio. Oyunculuğu entelektüel bir mesele olarak ele alan bir kurumdur, o yüzden orada büyüdüm diyebilirim.
-Oyunculuk nasıl bir uğraş, bu anlamda oyunculuktaki derdiniz nedir?
Benim için oyunculuk hikaye anlatmak, cümlelerin sözcüsü olmak demek. Kendini başka bir şekilde var edebilme cesaretini içimde arama süreci demek... Hele ki her şeyin bu kadar net konuşulup ama net konuşturulmadığı bir dönemde oyunculukla bazı hikayeleri anlatmak, bazı cümlelerin sözcüsü olmak benim için çok değerli.
-Bu sezon “O Hayat Benim” dizisinde görüyoruz sizi. Başka projeleriniz var mı, ya da hayalleriniz?
İki sezondur dizi yapamıyordum, tiyatro oyunları vardı. Turneler ve zaman uyuşmazlıkları yüzünde televizyondan uzak kalmıştım. “O Hayat Benim”in yönetmeni Hülya Bilban'la daha önceden çalışmıştık, dizideki oyuncuların bir çoğuyla da daha önceden tanışıyoruz. Şu anki “vahşi rating” sisteminde devam eden bir işte yer almak çok cazip geldi, rolüm de çok hoşuma gitti. Bu arada okuduğum bir tekst var, provalarına dahi başlanmadığı için söylemeyi doğru bulmuyorum ama Ocak- Şubat gibi yeni oyun yolda. Ben her sezon tiyatro oynamazsam kendimi çok eksik hissediyorum, o yüzden her koşulda tiyatro yapmak için çabalıyorum.
-Yazmak çizmek yönetmek var mı kafanızda?
Oynamaya doymadığım için diğer alanlarla aktif olarak ilgilenmiyorum ama bir tiyatro rejisi yapma fikri uyuzumu çok kaşıyor. Ancak daha vakit olduğunu düşünüyorum, şimdilik seyirciyle iletişimim oyunculuğun izin verdiği kadar.
-Malum memleketin hali ortada. Artık kimse konuşmuyor, konuşamıyor. Sanat da bundan nasibini çoktan aldı. Sansür ve baskıyla daha ne kadar yaşayabiliriz?
Artık öyle bir noktaya geldik ki, her şeyimiz politize edildi. Böyle bir sistemde oyunculuk mesleğini icra etmek tek başına politik bir eylem. Oyunculuk zaten kendi içinde politik. Tarihin bir çok döneminde en büyük sanat eserleri büyük savaşlar sonrası, baskıcı rejimlerin olduğu süreçlerde çıkmıştır. Örneğin 1. ve 2. Dünya Savaşları'nı ve sonuçlarını bilmeden, bunun topluma etkilerini bilmeden 20. yüzyıl sanatını anlamamız mümkün değil. Aynısı bu dönem için de geçerli. Şu anda biz genç tiyatro oyuncuları, yönetmenleri, yazarları olarak gelecekte icra edecek bir sanat olması için uğraşıyoruz, çünkü yaşadığımız dönem içinde o kadar malzeme barındırıyor ki! Böyle dönemlerde Baudelaire'ci yaklaşıma, yani yaratım için kötü şeylerden, acılarımızdan beslenmemiz gerekiyor çünkü negatif şeyler her zaman yaratıcılığı tetikler.
-Yandaş sanat var bir de tabii. Pek çok insan ekmeği ve vicdanı arasında bırakılıyor. Siz bu anlamda hiç korktunuz mu ya da taraf seçmek zorunda kaldınız mı?
Sanat ve totaliter düzen birbirine o kadar zıt yapılar ki. Eğer sanatı totaliter düzenin içinde değerlendirecek olursak, sanat yap- bozun hiçbir yerine oturmayan, uyumsuz bir parçadır ama o uyumsuzluk kendi içinde bir mükemmellik içerir. O uyumsuz parça sayesinde yap-bozu oluşturan kişi kafasını masadan kaldırır ve yap-bozda oluşan resmi değil, gerçek resmi görmeye başlar. Böyle bir yapıyla yandaş olmak mümkün müdür? Benim açımdansa inandığım şeyler üzerinden hareket ettim. Ama buna ilkelerim diyerek romantikleştirmekten ziyade, vicdanım demeyi daha doğru buluyorum. Türkiye'de ölen işçilere, madencilere, barışçıl gençlere bir insanın canı yanmıyorsa orada ciddi bir eksik vardır. Eğer politik bir duruştan söz ediyorsak, bunu entelektüel kavramlarla açıklamaktan ziyade vicdanımla açıklayabiliyorum.
-Hayatla aranız nasıl? Mücadele mi ediyorsunuz yoksa uzlaştınız mı onunla?
Hayatla hiçbir zaman uzlaşma gibi bir durumum olabileceğini düşünmüyorum. Bir kere yaptığım iş normal bir düzeni kaldıramayacak noktada sürüyor. Sadece pratik olarak değil, düşünce olarak da olaylara yaklaşımınızı etkiliyor. Algılarınızı açık tuttukça bir şeylerden iyi veya kötü daha çok etkileniyorsunuz, daha büyük yaşıyorsunuz. Ama şu anki sürecim için şöyle diyebilirim hayat benle uzlaştı galiba. Ama insanın içindeki o mücadele isteği hiçbir zaman bitmiyor, bu belki de hayata kalma güdüsüyle doğru orantılı. Büyüdükçe de insan biraz daha ehlileşiyor, duyguları büyük de olsa, dışavurumları eskiye oranla daha farklı oluyor. Bireysel bir mutsuzluğa verilen tepki eskisiyle aynı olmuyor ama yine de o mutsuzlukla mücadele isteği hiçbir zaman da bitmiyor, hem de her anlamda!