İçeriye Mektuplar: Gazeteciliğe öyle ihtiyaç var ki...
Can Atalay, Ahmet Şık için yazdı.
cumhuriyet.com.trAhmet, görüşemediğimiz bu hafta ucu yanık bir mektubu “hava postası” ile gönderiyorum kabul et. Akhisar’dan yazıyorum. 13 Mayıs 2014’te 301 işçinin yani 301 babanın, 301 oğulun, 301 eşin bir anda göz göre göre gelen bir anda öldürülmesi ile ilgili davanın duruşmalarında sona yaklaşılıyor. Katliamdan 11 ay sonra 13 Nisan 2015’te, polis ile maden işçilerinin ailelerini duruşma salonuna dahi almamaya cüret eden siyasal iktidarın tüm örtülü ve açık müdahalelerine karşın emeğini ailelerin inadına katan bir avuç (gerçekten bir avuç) insanın ve Türkiye’nin dört bir yanından gelen gönüllü avukatların dayanışması ile Türkiye işçi sınıfı hareketinin hanesine önemli bir hukuki kazanım yazmanın (umudunun) eşiğindeyiz.
Bir iş cinayeti olduğunu haber aldıktan çok kısa bir süre sonra; vakit gece yarısını az geçmişken vardın Soma’ya... Ölen işçilerin sayısı henüz bilinmezken ilk bulduğun arabaya, o küçücük gri reno’nun arkasına sıkışarak vardığın Soma’dan döndüğünde gözlerin seğirerek anlattığın insanlardan “haber” vereyim sana... İşe girişteki sağlık muayenesi raporlarında hiçbir ibare dahi bulunmayan ancak madenin en kritik noktasında çalışan R’nin astım hastası olduğunu duruşma salonunda öğrendik. Düşün toz ve gaz maruziyetinin en çok olduğu bir sektörde çalışan bir konveyör ustasının astım hastası olmasını dahi önemsemeyen, laf olsun torba dolsun diye, işçileri yatıştırmak için bir işyeri hekimliği müessesesi örgütleyen bir patron ve vekillerinin günler boyu hırpaladığı bir işçinin 301 işçiyi bir anda öldüren bir duman karşısında nasıl o kadar korktuğu ancak laf arasında geçen bir “haber” olabildi... Y.’yi anımsarsın.
Olayın nasıl olduğuna ilişkin en önemli tanıklardandı. Duruşma salonunda patronuna parmak salladı ancak hemen sonrasında kardeşinin ölümünün sorumlularının önünde konuşamadı, tüm sözcükleri birbirine karıştırdı. Daha sonra esas patronun aradan 3 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra ilk kez hâkim karşısına çıkması şerefine İstanbul’a geldi. Duruşma sonrası yola çıkmak için (kocaman bir pankartı sırtlanmışken) olayın nasıl olduğunu bana tane tane anlattığında ne denli utandığımı sana anlatamam: Anadili Türkçe olmayan bir yurttaş onca acı, heyecan ve hırsla kendisini mahkeme önünde ifade edememişti ve bu bizim aklımıza dahi gelmemişti. Y.’nin hikâyesi “haber” dahi olamadı Ahmet...
E. teyzeyi hiç görmemişsindir. Dava başlayana kadar hiç ortada gözükmedi ama duruşmalar başladıktan sonra o yaştaki bir köylü kadının nasıl bir bilge olabileceğini her duruşmada salondan atılmak pahasına hepimize öğretti. Oğluna bir tokat attı diye kocasını boşayan E. teyzenin ta ciğerinden gelen bilgelik hiç “haber” olmadı.
İ. abinin iki yıl içerisinde tombul al yanaklı bir emekli madenciden nasıl bir ihtiyara dönüştüğünü gözlerimizle izledik. Oğlu sigortalı bir işte çalışsın diye torpil bulan İ. abinin kendisini affetmek için nasıl bir örgütçü olduğu hiç “haber” olmadı. A’nın ise bir maden ocağında 301 işçinin ölümünün bir sorumlusu olamayabileceğini ancak eğer bir sorumlusu varsa bunun kendisinden sonraki şirket yöneticileri olduğunu söyleyerek oğluna “atfı cürümde” bulunabilmesi de haber olamadı. Duruşma salonunda hâkimlerin tehdit edilmesi, mahkemeye siyasi iktidarın onca müdahalesine ilişkin başı sonu belli tek bir haber dahi çıkmadı.
İzin günlerinde dahi duruşmaları kâh ağlayarak kâh öfkeden yerlerinde duramadan takip eden gazetecilerin haberleri ya hiç girmedi ya da kuşa döndürüldü ama 301 işçinin katlinin Fethullah’ın cinlerine bağlayan rezillik gazete kâğıtları basılarak sadece madenci ailelerinin değil tüm yurttaşların geleceğini karartmayı sürdürüyor.
Gazeteciliğe ve gazetecilere o kadar ihtiyacımız var ki Ahmet Şık... Sen ve senin temsil ettiğin gazetecilik bu yüzden kıymetlimizdir. Görüşemediğimiz bir haftada içeride değil ama dışarıdaki cezaevinin yan avlusundan duvarı ve tel örgüleri aşarak gönderdiğim bu mektup umarım sana ulaşır. Cumaya görüşürüz Hasretle kucaklarım.