İbrahim Yıldırım'ın yeni romanı: “Dokuzuncu Haşmet”
2013 yılının Haziran ayında tuttuğu takımın formasını giyerek Taksim'e çıkan eski bir direnişçinin anlattıklarını merkeze alan, Türkiye'nin isyan tarihini hatırlayıp hatırlatan bir kitap İbrahim Yıldırım'ım kaleminden son romanı: “Dokuzuncu Haşmet”. Yıldırım'la Sibel Oral konuştu; Eray Ak da bu sohbete bir değerlendirme yazısıyla katıldı.
Cumhuriyet Kitap Eki2013 yılının Haziran ayında tuttuğu takımın formasını giyerek Taksim'e çıkan eski bir direnişçinin anlattıklarını merkeze alan, Türkiye'nin isyan tarihini hatırlayıp hatırlatan bir kitap İbrahim Yıldırım'ım kaleminden okuduğumuz son romanı: “Dokuzuncu Haşmet”. Konak benzeri çok eski ahşap bir evde yaşayan unutulmuş şair Haşmet Alçıtepe'nin tutkularını, acılarını, pişmanlıklarını okurla paylaşıyor, hem de Alçıtepe ailesinin bitmekte olan öyküsüne odaklanıyor yazar. Yıldırım'la yeni romanını konuştuk.
-Bir gazeteci olarak Haşmet Alçıtepe’nin karşısında olsam “Halkını tüketen devletlerin kendileri de bir gün tükenir” sözüne katılır mısınız diye sorardım herhalde. Sizce ne derdi?
-Haşmet Alçıtepe, kişiliğinden dolayı bu sorunuza -hiç kuşkusuz- kimi göndermeler yaparak yanıt verirdi. Örneğin Kaptan Ahab’ın acımasız bir yönetici olduğunu söyler, doğayla uğraşırken hem tayfalarını hem de kendini tüketmiş olduğunu uzun uzun anlatırdı. Doğru da yapardı, çünkü ben de o romandaki gemi mürettebatının toplumu, kaptanın ise obsesif bir buyurganı simgelediğini düşünüyorum. Öte yandan Haşmet Alçıtepe, kimbilir belki Max Weber’le de bir ilişki kurup, devletin meşru bir şiddet aracı olup olmadığı konusunu sizinle uzun uzun tartışır, hatta meseleyi Thomas Hobbes’in Leviathan’ına kadar getirip konuyu bambaşka boyutlara taşırdı. Bana gelince elimden sözünüze katılmaktan başka bir şey gelmez…
-Peki bu romanı size yazdıran, kafanızda dönüp duran en baskın mesele “devlet” miydi?
-Evet, romandaki baskın ve tartışılması gereken meselelerden biri de “devlet” denen aygıt. Daha doğrusu roman, İstiklal Mahkemeleri’nden ve Takrir-i Sükun’dan 27 Mayıs’a, 12 Mart’tan 12 Eylül’e, oradan günümüze ulaşan sürece de değindiğinden, devlet -birey;devlet- toplum ilişkisi olarak da okunabilir.
“TERCİHİ MUHALİF OLMAK”
-Kahramanımız Haşmet Alçıtepe ve ailesi... Bir şekilde devletin sakıncalı bulduğu, devletle başları çok kez belaya giren bu aile bireylerinin tarihleri ve hayattaki duruşları da ilginç. Bu ailenin hikâyesi nasıl ortaya çıktı?
-Az önce de sözünü ettiğim gibi roman, bir ailenin, tabii ki Türkiye’nin de neredeyse yüz yıllık tarihine belirli bir açıdan ama pek de taraf tutmadan değiniyor. Şöyle ki, büyükbaba Miralay Terakki Mehmet, Çanakkale’den başlayarak bütün savaşlara katılmış bir asker emeklisi ve ülkesi için oğlunun tam karşıtı olan bir siyasi rejimi öngörüyor; Kazım Karabekir’in kurduğu partiye katılarak siyasete başlıyor; o zamanki devlet anlayışıyla ters düştüğünden başı tabii ki belaya giriyor. Oğlu ise hayata soldan bakan biri. O da babasının yaşadıklarına çok benzer sorunlarla karşılaşıyor, baskılara maruz kalıyor. Torun Haşmet ise hem büyükbabasının hem de babasının acılarına tanık olmuş biri. Onun tercihi de muhalif olmak…
Romanda yalnızca bu üç kişiye değinilmiyor: Ailenin kadınları da kocaları kadar acı ve sıkıntı çekiyor. Kısaca söyleyecek olursam, ülkemizde bu tür aileler o kadar çok ki hikâyenin ortaya çıkması pek de zor olmadı.
-Harun Karadeniz gibi tarihten çıkıp gelen isimlere de rastlıyoruz romanda. Bu isimlerin dışında kurgusal olarak ben en çok Miralay Terakki Mehmet’i merak ettim. Kurgu bir karakter gibi gelmedi bana. Yaşadığı şeyler, içinde bulunduğu hareketlerin hepsi gerçek…
-Harun Karadeniz, 12 Mart öncesinin önde gelen öğrenci liderlerinden biriydi. Tabii ki tutuklanıp kapatılmıştı. Çok genç yaşında önce kolu kesildi, sonra da öldü. Terakki Mehmet’e gelince size bir kurgu kişisi olarak görünmemesi beni sevindirdi. Ama inanız ki bu benim becerimden kaynaklanmıyor. Zira siyasi ve toplumsal tarihimiz böyle karakterle dolu, gelecek kuşaklar da hiç kuşkusuz bu tür kişileri tanıyacak, belki onları başka açılardan ele alarak roman kahramanlarına dönüştürecek.
“DEVLETLE ARASI HİÇBİR ZAMAN İYİ DEĞİL”
-Haşmet Alçıtepe'nin edebi ve siyasi birikimini görüyoruz romanda. Bu birikimi kahramanı üzerinden aktaran İbrahim Yıldırım ne düşünüyor Haşmet Alçıtepe’nin devlet nedeniyle başına gelenlere?
-Evet, Haşmet Alçıtepe edebi birikimi olan, ama ülkemizde çoğu şair gibi yaşarken unutulmuş biri. Ben onun kimi zaman malumatfuruşluk boyutuna ulaşan müfredatına karşın, şiirlerini siyasi görev bilinciyle yazdığını; eylemlilik dışında başka türlü de, yani edebi olarak da direnmeye, karşı çıkmaya çalıştığını düşünüyorum. Böyle olunca devletle arası hiçbir zaman iyi olmuyor, tıpkı babası ve büyükbabası gibi…
-Bir de şöyle bir şey var; yazarını kızdırmak pahasına biz röportajcılar kahramanla yazar arasında ortak noktalar arar, bir yerlerden ipuçları çıkarmaya çalışırız. Ben sadece kahramanınızla aynı kuşaktan olduğunuz bilgisinden yola çıkarak Haşmet Alçıtepe’nin siyasi birikiminin sizden ne kadar beslendiğini sormak istiyorum. Aynı olaylara tanık oldunuz çünkü…
-Niçin kızayım, yazar ile kahramanı arasında ortak noktalara her zaman rastlanır. Üstelik Haşmet Alçıtepe ile neredeyse aynı yaştayım, aynı kuşaktanım. Ayrıca aynı siyasi birikime sahip olduğumuz da söylenebilir. En önemli farkımız, benim iki çocuğum olduğundan ve hâlâ onlar için didindiğimden, kendimi Haşmet Gülkokan’a biraz daha yakın hissetmemdir.
-Peki ya edebiyat birikimi? Onun şairliği bağlamında değerlendirmenizi istesem…
-Az önce de söylediğim gibi Haşmet Alçıtepe görev bilinciyle şiir yazan,
bu arada zaman zaman tanık olduğu olaylar dolayısıyla değişen, dönüşen,
bir şair… Şair adı zikretmeden örnek verecek olursam, benim kuşağım Halkın Dostları ve Yeni A dergilerini çok iyi bilir; sonradan yaşanan değişim ve dönüşümü de….
“HAŞMET, ESKİ BİR DİRENİŞÇİ”
-Roman, bir Gezi Direnişi hikâyesi değil ama olayların çıkış noktası Gezi Parkı’nda başlıyor. Tabii yine başrol devlet ve devletin aygıtlarında… Haşmet Alçıtepe’nin tazyiği TOMA'nın tazyiğiyle harekete geçiyor. Gezi Direnişi’nin bu romana, dolayısıyla da size verdiği ilham neydi?
-Kesinlikle haklısınız: Dokuzuncu Haşmet, bir Gezi Direnişi hikâyesi değil; fakat ondan yola çıkarak devlete ve ülkeye bakmaya çalışan bir roman. Esinlendiğim nokta ise Gezi Direnişi sırasında devletten hoşgörü beklerken, hatta bazı politikacıların bu yönde girişimleri olmasına karşın; devletin her zaman olduğu gibi nobranlık yapması, böylece eski bir direnişçi olan Haşmet Alçıtepe’yi ve onun gibileri harekete geçirecek olabileceği varsayımını aklıma getirmiş olmamdır.
-“Devlet benim üzerimde aslî görevini yerine bir türlü getiremediğinden ben sona kaldım. Dolayısıyla her bir Alçıtepe’nin matemini, ızdırabını ve Harun gibi birer birer giden arkadaşlarımın kederini yüklenerek çok ağır bir hayat yaşadım...” diyor kahramanımız. Bu cümleleri okurken “devletin aslî görevini” düşünüyorum, roman boyunca olan biteni düşünüyorum, son birkaç yılda ülkenin dört bir yanında olanları düşünüyorum. Sonuç: Öfke. Peki ya sizdeki baskın duygular ne oldu?
-Devletin aslî görevi tabii ki düzeni sağlarken eşit davranmak, adaletli olmak,
bireyin inancına, siyasi görüşüne karışmamak, protestoları, istekleri anlayışla karşılamak, yurttaşlarına iyi hizmet sunmak, ekonomik düzeyi yükseltmektir. Ama herkes için böyle olmuyor, siyasi görüşü ne olursa olsun Haşmet Alçıtepe gibi muhalifler için devletin aslî görevi sindirmek, bastırmak, giderek yok etmek oluyor. Böyle olunca zaman zaman “öfke” baskın duygu olarak öne çıkıyor ama bence bu duyguyu bastırmak, savaşımı demokratik zemine çekmek gerekiyor. Zira söyleşinin başında söylediğiniz gibi devlet halkını tükete tükete, başta sıralanan aslî görevlerini tamamen unutabilir ve bu hiç iyi olmaz… Dolayısıyla bazı şeylerin yalnızca romanlarda kalması en içten dileğimiz olmalı. Tıpkı batan geminin kaptanı Ahab ve tayfaları gibi...
“YAZMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY GELMEDİ ELİMDEN”
-Haşmet Alçıtepe zaman zaman sinir bozucu bir ihtiyar gibi görünse de, zaman zaman “delirdi işte, sonunda delirdi” dedirtse de bir yerden sonra biz bu adama ne yapmışız dedirtecek kadar da hak verilecek bir karakter... Hep direnmiş, hep direnmiş... Peki sizce yenilmiş mi?
-Bence bu sorunun yanıtı okura bırakmalıyız. Ama sizin belirttiğiniz gibi, yenilmiş olsa da ona hak vermeliyiz. Çünkü o, doğru bildiği şeyleri savunmaktan geri durmamış ve bir şiirinde söylediği gibi zalime zümre olmamış, başı beladan kurtulamamış biri. Ayrıca edebi anlamda yenilip yenilmediğine romandaki üç şiirine bakarak okur karar vermeli.
-Tabii meslektaşım Hatice’yi de unutmamam. Tuhaf, onun hakkında ne hissettiğimi pek çözemedim. Siz ne hissediyorsunuz, nasıl anlatırsınız onu?
-Haşmet Alçıtepe’yle söyleşi yapan Hatice Gündüz, bir gazeteci. Bundan dolayıdır ki, mesleki refleksleriyle hareket etmesi anlaşılır bir tutum. Aynı zamanda o da bir şair, dolayısıyla edebiyata yakınlığını öne sürerek, hatta kullanarak, küçük oyunlar planlıyor, söyleşi yaptığı kişiye tuzaklar kurmaya çalışıyor. Amacı başka bilgilerin de izini sürmek, böylece önemli saydığı bazı sırları öğrenmek. Bu konuda başarılı olup olmadığı konusunda yargıya varmak için, okurun romanın sonuna ulaşması ve Haşmet Alçıtepe’nin yazdığı son dizeleri okuması gerekiyor. Hatice Gündüz hakkında ne düşündüğüme gelince: Ben, onu işini seven, inatçı, mücadeleci, meraklı, biraz hınzırca ve yaşı dolayısıyla ülkesinin geçmişini -tabii ki- Haşmet Alçıtepe kadar bilmeyen biri olarak kurguladım.
-Peki, son olarak romana da gönderme yaparak şöyle sormak istiyorum; bu ülkede “Hal ve Gidiş” nasıl İbrahim Bey? Problemli mi?
-Her zaman olduğu gibi yine problemli Sibel Hanım. Öyle olmasaydı, şimdiye kadar dokuz roman, iki öykü kitabı yazmaz, devlet dersinin dışında başka problemlerle de boğuşmak zorunda kalmazdım. Peki bu problemlerin çözümü var mı diye soracak olursanız; sizi “mutlaka vardır ama ben bilmiyorum” diye yanıtlayabilirim. Zira çalışmaktan, yazmaktan başka bir şey elimden gelmedi, bundan sonra da gelmeyecek…
sibelo@gmail.com
Alçıtepe Ailesinin Son Ferdi: Dokuzuncu Haşmet / İbrahim Yıldırım / Doğan Kitap / 248 s.
Bu dünyadan Haşmet Alçıtepe geçti
Eray AK
Okumaya başlayacağınız kitap eğer bir İbrahim Yıldırım romanıysa bazı konularda dikkatli davranmak gerekir. Öncelikle, başlayacağımız romanın yüklü bir birikimin eseri olduğunu bilecek, ona göre davranacağız. Davranacağız ki, yazarın zihninden dökülen satırların arasına sızmış göndermelerin, tevazuyla çakılan selamların ve dahi kıvrak atıfların tadına varabilelim. Bir diğer nokta da sizi, okumaya başladıktan hemen sonra içine çekeceği dünyanın ayrıntılarına dikkat etmeniz hususu. İbrahim Yıldırım yazınının önemli bir özelliği de, kaleminde ciddi bir yere sahip olan detaylandırma. Ancak bu detaylar, romanın sonsuz çukuruna atılmış bir taş gibi görülmemeli. Yıldırım'ın romanında yer verdiği, kahramanlarına yüklediği her bir özellik, bilinmeli ki ilerleyen sayfalarda karşımıza çıkacak; taş ise ayağımıza, fikirse aklımıza takılacak. Aynı İbrahim Yıldırım'ın, Madam Samatya ve Diğer Şüpheliler adında, içine doğru yol alındıkça derinleşen, yazar zekâsının her cümlede hissedildiği bir "polisiye" romanın kapağında da isminin bulunduğunu unutmadan düşünmeli az önceki cümleyi. Çünkü böylesi ince zekâdan doğmuş bir polisiye romanın sahibi yazardan, detaylarında her seferinde yeniden doğan bir hikâye kotarmasını beklemek çok da imkân dışı olmasa gerek.
İşte bu İbrahim Yıldırım'ın yeni romanı Dokuzuncu Haşmet, kitapçı raflarına çıktı.
Yıldırım'ın, delilik ve dahilik sıratında gezinen kahramanlarından bir yenisiyle daha tanışıyoruz bu romanda. Kitaba da ismini veren Haşmet Alçıtepe; yani, Alçıtepe Ailesinin Son Ferdi Dokuzuncu Haşmet'le...
İsmine ve kitaba da ismini veren kahramanına bakıp herhangi bir kahramanın başından geçen garip yaşanmışlıkları anlatan bir hikâye olarak görmemek gerekir Dokuzuncu Haşmet'i çünkü aynı anda birçok özelliği etrafında toplamayı başarabiliyor roman. Bir aile hikâyesinin yanı sıra, Türkiye tarihinin önemli kırılma noktalarının insan merkezinde anlatıldığı, Haşmet Alçıtepe'nin renklerinin de ayrı bir masal olarak kitabın içinden geçtiği bir roman Dokuzuncu Haşmet. O nedenle sayfaların arasına dalmadan önce, karşınıza, Türkiye'yi tüm garabetiyle anlatacak bir roman çıkacağını bilmekte fayda var.
Roman, Gezi Parkı Direnişi ile ateşleniyor. 2013 Haziranı'nda, içinde itiraz olan, Türkiye garabetlerine ayak uyduramayan hemen herkes gibi tuttuğu takımın; Galatasaray'ın formasını giyerek Taksim'e çıkar eski şair ve direnişçi Haşmet Alçıtepe. İçinde bin ayrı anıyı barındıran çok eski bir formadır bu. Sırtında yine hikâyeleriyle yıllardır taşıdığı lakabı olan "dokuzuncu" yazmaktadır. Ancak Haşmet Alçıtepe de Taksim ve Türkiye'nin her yerinde, birçok insanın başına geldiği gibi TOMA'nın gadrine uğrar. TOMA'nın tazyikiyle havalandığı an ise fotoğraflanarak gazetelere taşınır ve bir anda Türkiye'nin konuştuğu adam haline gelir. "Yaşlı direnişçi," diye manşetlere taşınır. Ancak Alçıtepe'nin direnişçiliği ne yenidir ne de Gezi Direnişi'yle ortaya çıkmıştır. Artık ömrünün son demlerindeki bu ihtiyar, ailesini de içine alıp söylersek, Türkiye siyasi tarihindeki kırılmaları yaşamış önemli figürlerden biridir. Yeri gelmişken şunu da belirtmekte yarar var: Dokuzuncu Haşmet, her ne kadar Gezi ile ateşlenen bir hikâye de olsa bir Gezi Direnişi romanı değil. Hikâye, o noktadan sonra, Alçıtepe'nin anılarıyla birlikte geçmişe sürükleniyor.
Alçıtepe'yi kendi cümleleriyle tanıyacak olursak: " (...) ben, devletin sakıncalı bulduğu Miralay Terakki Mehmet'in torunu, başı düşüncelerinden dolayı sürekli belâya giren, 1951'den itibaren her tevkifatta (...) infaz yolculuğuna çıkmış olan delifişek bir babanın, Rüştü Alçıtepe'nin oğluyum... ve ben de aile büyüklerim gibi, devlet dersinden sürekli çakıp habire çift dikiş yapıp sık sık cezalandırıldığımdan bazı konularda oldukça deneyimliyim..." Deneymli çünkü o da aile geleneğine uyarak bir muhalif olarak yaşamış ve yaşamını da bir muhalif gibi sonlandırma arzusu duyuyor.
İşte bu arzusunu yerine getirmek için çıktığı Taksim'de başına gelenlerden sonra gündeme oturmasıyla tüm gözler kendisine çevrilir. Onu ünlü eden fotoğrafı çeken Hatice adındaki gazeteci de onunla röportaj için evine gelir.
Bundan sonrası anılar girdabı. Haşmet Alçıtepe anlattıkça hüzünlü, acı, eğlenceli bir dünyanın içine giriyoruz. Onun da deyişiyle "bir nehir söyleşinin" sayfaları arasında dolaşmaya başlıyoruz. Ancak burada röportajcının sesini duymuyoruz. Alçıtepe, onun yerine de konuşuyor. Karşımıza da Yıldırım'ın, Nişantaşı Suare'deki anlatımına benzer bir roman evreni çıkıyor. Taşkın bir monolog...
Bu dünyanın misafirleri de oluyor. Alt katında kalan ve ona bakan Zahide ile çocukları, düzenbozucu misafirlik görevlerini, kahrmanımızı zaman zaman komik durumlara düşürme pahasına yerine getiriyorlar.
Kahramanlarını zor ve komik durumlara düşürmesi aslında İbrahim Yıldırım'ın her zaman karşılaştığımız tavrı. Bu durum romanlarına da çok şey katıyor. Hüznü ve eğlenceyi de bir arada taşıyan farklı bir ironik duruş sergilemesini sağlıyor romanlarının. Aslında Haşmet Alçıtepe, romanda, Yıldırım'ın bu tutumuna açıklık getiriyor: "humour'a yatkın çok hareketli bir zihni ve nüktedan kişiliği", tüm renkleriyle yazdıklarına da yansıyor.
Anlatımı ise iyi ki Türkçe var dedirtiyor İbrahim Yıldırım'ın.
Onu belki her yaptığıyla olay yaratan, satış rekorları kıran, çok konuşulan ve konuşan romanların yazarı olarak tanımıyoruz. İyi ki böyle tanımıyoruz demekten başka bir şey geçmiyor aklımdan çünkü Yıldırım'ın her romanını, "Bu defa ne tür olaylar yaratacak?" diye değil, "Acaba ne yazmış?" heyecanıyla bekliyoruz.
Dokuzuncu Haşmet de bu bekleyişin hakkını veren bir roman.
erayak@cumhuriyet.com.tr