Hüzünlü bir nesir
Christian Jungersen, Kayboluyorsun’da ana kişilerden birinin bir beyin tümörü nedeniyle geçirdiği temel kişilik değişimini merkeze alıyor. Çağdaş Danimarka'nın günlük hayatına felsefi düzlemde açılımlar getiriyor. Ruh, sorumluluk ve özgür iradeye vurkaç yaparken, nevroloji bilimine emsal bir vakayı kurguluyor. Alıştığınız hayatın bittiği, aklın alabora olduğu yerden yazılı Kayboluyorsun. Oradan başlayan “yeni insanın ve yeni hayatın” öyküsü. Hüzünlü, zihne tırnak geçiren bir nesir.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiKAYBOLUYORSUN
Danimarkalı yazar Christian Jungersen, ilk romanı Undergrowth (1999) yayımlanana kadar geçinmek için bir televizyon kanalında senaryo danışmanlığı, telif yazarlığı, danışma memurluğu, Copenhagen Community College'da sinema öğretmenliği gibi yarı zamanlı işlerde çalışmış bir adamdı. İletişim ve sosyoloji alanında yüksek lisans yapmıştı. Hiçbiri sahneye konulamamış altı senaryosu vardı.
Hayatını boğucu ve tekdüze olarak niteliyordu. Ta ki 1999'a kadar. Jungersen, okurları geçmişi sorgulayan hasta, yaşlı bir adamın sırlı evreniyle buluşturan ve beklenmedik olaylarla şaşırtan romanı Undergrowth'u ancak o yılın sonunda piyasaya çıkarabilir çünkü.
Marcel Proust'un “Kayıp Zamanın İzinde”den esinlendiği Undergrowth kısa sürede çok okunanlar listesine girer. Bu ilk romanın başarısı Jungersen'e ödüller ve tanınırlık sağlamanın yanı sıra Danish Arts Foundation'dan (Danimarka Sanat Vakfı) üç yıllık bir yazarlık bursu da getirir.
Burs, tüm enerjisini dört yıl boyunca ikinci romanı, ülkemizde İstisna adıyla yayımlanan The Exception'a (2004) verebilmesini sağlar. Yirmi ülkede yayımlanan roman, Danimarka, İngiltere, Fransa ve İsviçre'nin önemli edebiyat ödüllerine değer görülür.
ÖZGÜR İRADE VE NEVROLOJİ!
Yazar, İstisna'da, Danimarka Soykırım Danışma Merkezi adlı küçük bir kurgusal örgüte odaklanır. Romanı yazarken gerçek bir kuruluş olan Danish Centre for Holocaust and Genocide Studies'de geniş araştırmalar yapar, soykırım suçu işlemiş kişilerin psikolojisi üzerine yoğunlaşır.
Bu dönemde ayrıca International Association of Genocide Scholar'ın üyesi olan Jungersen, pek çok soykırım konferansına da katılır.
Yazarın bu yazıya konu ettiğim üçüncü romanı “Kayboluyorsun”u da ilk iki yapıtının gördüğü ilgiden payını almış bir roman.
Jungersen bu romanında ana kişilerden birinin bir beyin tümörü nedeniyle geçirdiği temel kişilik değişimini alıyor merkeze. Çağdaş Danimarka'nın günlük hayatına felsefik düzlemde açılımlar getiriyor. Ruh, sorumluluk ve özgür irade boyutlarına vurkaç yaparken, nevroloji bilimine emsal bir vakayı kurguluyor.
Jungersen, romanın yıllara varan araştırmaları sırasında nöroloji dünyasına hızlı bir giriş yapmış. Hasta ve hasta yakınlarının yanı sıra uzman nörolog, psikiyatrist ve psikologlarla görüşmüş. Yazdıklarında gerçeklikten uzaklaşmamak, roman kişilerinin yaşadıklarını içerden anlamak adına yazdığı süre zarfında çevresini neredeyse sadece onlardan oluşturmuş.
Romanında halının ayağınızın altından hızla çekilebileceğine ve dünyanızın her an allak bullak olabileceğine ilişkin bir görü yaratmayı hedefliyor yazar. Bunu, okura olayların ne kadar gerçek olduğunu duyumsatmak adına anlatısal bir teknik olarak da benimsiyor.
Dolayısıyla bildiğiniz, alıştığınız hayatın bittiği, ezberin alabora olduğu yerden yazılı Kayboluyorsun. Oradan başlayan “yeni insanın ve yeni hayatın” öyküsü. Hüzünlü, zihne tırnak geçiren bir nesir.
Kayboluyorsun, eşi Frederick'in agresiflik, unutkanlık yaratan, konuşma hakimiyeti üzerinde olumsuz etkilerde bulunan beyin tömürü nedeniyle uğradığı radikal kişilik değişimini deneyimleyen Mia'nın gözünden aktarılıyor.
Hastalık çiftin hayatını olumsuz yönde değiştirir. Ama yaşanılan zorluklar bununla sınırlı kalmaz. Zira Frederik'in müdürlüğünü yaptığı Danimarka'daki prestijli okullardan Saxtorph'un hatırı sayılır miktarda parasını zimmetine geçirdiği ortaya çıkar. Son zamanlarda davranışlarında bir tuhaflık sezseler de o ana dek kimse bunu tümöre bağlamamıştır.
TÜMÖR VE SUÇUN SINIRLARI!
Yaptığı araştırmalarda edindiği bilgiler Mia'yı eşine karşı nasıl bir yaklaşım geliştireceği konusunda derinden etkiler. Kocasının hastalığıyla başa çıkmaya çalışırken avukat Bernard'la tanışır. Okul tarafından açılan davada kocasını savunmasını istediği Bernard hem bir avukat hem de cinsel bir partner olarak hayatına girer. Aşkı ile hastalık arasında hem kalır hem nefes alır.
Okulun mahkemeye verdiği Frederik'in savunması üzerinde çalışırken sorularla boğuşur: Eşini bu suça iten tümörün kişilik üzerindeki kötücül, agresif etkileri olabilir mi? Belki de onu suç işlemenin sınırlarına taşıyan hastalığıydı. Tıbbi durumu eşini temize çıkarmasa da göz önünde bulundurulmalı mı?
Beyin alanındaki tıbbi gelişmeleri titizlikle inceleyen Jungersen, Frederik'in deneyimleri aracılığıyla hastalığın sebep olabileceği kimi davranış kalıplarını kurguluyor bu noktada: Hastanın farkında olmadan sergilediği ve aile yaşamını giderek tehdit eder hale dönüşen çocuksu davranışlar, sorumsuzluk, kaygısızlık, duygusal gaddarlık, dilin kemiğinin yittiği cinsel bir açıksözlülük gibi...
SİNİRLERDEN MÜREKKEP BİR OLUŞUM MUYUZ?
Hastalığı kimseyi ahlaki sorumluluklarından kurtaran bir mazeret olarak işlemiyor yazar. Zarif bir nesir çerçevesinde kamufle olmakla birlikte katı olduğu bile söylenebilir. Akıl ve ruhun sınırlarında gezinen bir çizgide yazıyor. Okurken insan doğası ve yaşam hakkında pek çok soruyla karşılaşıyorsunuz. İkilemlerle donatılı bir yapıt Kayboluyorsun. Tuttuğunuz taraf, empati kurduğunuz kişi sürekli değişiyor.
Romanda anne, baba, çocuk, arkadaş, meslektaş ve toplum açıları, tepkileri, algıları bir potada. Zira tümörün etkilerine bağlı olarak kişiliği radikal düzeyde değişen, öfkeli, kontrolsüz, yıkıcı bir insan haline dönüşen Frederik'in bu durumundan çevresindeki herkes payını alıyor.
Romanda sadece Frederik ya da Mia'ya değil, çevresindekilerin değişimine de ayniyle odaklanıyoruz. Çevresindekiler Frederik'in değişen kimliğini kıyasıya sorguluyor. Kimi bunu hastalığa bağlıyor kimi bağlamıyor. Kimi daha çok üzgün kimi ise kızgın.
Jurgensen yapıtında en içteki ‘ben’e bakıyor. Onunla kavga ediyor, anlamaya çalışıyor, yüzleşiyor. Ahlak, sorumluluk ve kişilik üçgeninde de hayati sorular yöneltiyor:
“Bir ruhumuz var mı yoksa kişiliğimiz sadece birtakım yamalı sinirlerden mürekkep bir oluşum mu? Ruh biyolojinin kuklası mı? Hareketlerimizi özgür irademizle kendimiz mi belirliyoruz yoksa her şey biyolojik olarak baştan belirlenmiş mi? Her şey kimya ise ruh ne ola ki?”…
BİYOLOJİ VE RUH ARASINDA ÇETİN BİR DİLEMMA
Bu eşikte romanın dokusunu biyolojik bir gerçekle ruh arasındaki dilemma belirliyor. Hastalığın tüm etkilerini birer birer yapıtına döşeyen Jungersen, inkâr, isyan, sınırlı da olsa kabullenme aşamalarını edebiyatın dalga boyunda çözümlemeye çalışıyor.
Ölmeden tutulan yas gibi bir duyguya değiyor hastanın yakınları sıklıkla. Ömürleri boyunca tanıdıkları kişinin artık bambaşka biri olduğunu görüyor ve kabul etmeye çalışıyorlar. Pek çoğunun bunu başardığı söylenemez. Ayrıca alışılmıyor da.
Jungersen, romanı bir hastalık güncesi olarak değil, hüzünlü ve güçlü bir romans olarak yazmayı zorluyorsa da bilim, bileştiği edebiyattan çok yerde alıp götürüyor. Yazar da bunun farkında, ani manevralarla toparlamaya “çalışıyor” metnini.
Okuma boyu gri bir yolda yürüyorsunuz. Bilinmezlik ve çoğu zaman umutsuzlukla kuşatılı bir yol bu. Christian Jungersen de belli ki bunu seviyor ve hedefliyor. Dediği gibi, onun için önelli olan “şaşırtıcı bir sis dalgasının ortasında dünyaya yeni bir açıdan bakmaya çalışmak”.
Kayboluyorsun / Christian Jungersen / Çeviren: Nur Beler / 416 s.