Hüsnü Arkan'dan 'Gülhisarlı Terziler'

Hüsnü Arkan, yeni romanı “Gülhisarlı Terziler”de, sıradan insanların hikâyelerini anlatıp iç dünyaları ve sıkıntılarına perde aralarken sosyal ve siyasi olaylara da kahramanları özelinde eğiliyor. Arkan’la kitabını ve kendi deyimiyle ‘kitaptan başımızı kaldırınca gördüğümüz dünyayı’ konuştuk.

Reyyan Bayar

Derdimiz barış olmalı’

- Dünyası yıllar içinde gitgide küçülen insanlara dair bir pencere açıyorsunuz Gülhisarlı Terziler’de. Gerçekte tam tersine, her birimizin dünyası yavanlaşarak büyümüyor mu?

- Büyüyüp büyümediği tartışılır ama yavanlaşma tespitinize katılıyorum. Benzer bir şeyi, Levi Strauss ikinci savaşın hemen öncesinde, uygarlığın yavanlaşması olarak dile getirmişti. Paradan başka değerlerin olduğu hızla unutuluyor, başkalarının acısını hissetmekte zorlanıyoruz, adaletsizliği alıştığımız bir şey olarak yaşıyoruz. Böyle bir dünya hepimiz için tehlikelerle dolu. En büyük parayı petrol, silah ve paranın kendisi kazandırıyor. O büyüyen şey, sanırım yavanlık dediğiniz şey ve genellikle büyük savaşlarla, yıkımlarla noktalanıyor.

Sıradan insanlarsa gerçekten sıradanlığı yaşıyor. Kaderlerini ellerinde tutamıyorlar. Savaş isteyenlerden başka kimse için anlam taşımayan savaşlara gönderiliyorlar. Gelecek güvenceleri yok, eğitimleri yetersiz. Çaresizlik kimilerini suça, kimilerini de umursamazlığa itiyor. En kötüsü hayallerini kaybediyorlar ya da hayalleri ahlaksızlaşıyor. Her birimiz bir biçimde bundan nasibimizi alıyoruz. Olan biteni küçük odalarda televizyon izler gibi izliyoruz. Çaresizlik ve umursamazlık; bunlar büyük bir dünyanın alametleri değil.

- Kaygıları, üzüntüleri, hayal kırıklıkları olan küçük insanların hikâyelerini anlatırken mültecilik, kadına şiddet, askerlik, geleceği hayal edememek, umutsuzluk gibi konulara değiniyorsunuz. Bunu yaparken farkındalık yaratma amacı taşıyor musunuz?

- Sözünü ettiğiniz şeylerin hepsini ve daha fazlasını hepimiz yaşıyoruz. Ama edebiyat yalnızca gerçeği yansıtma aracı değildir. Çözüm ya da etki mercii, sosyal sorumluluk projesi de değildir.

Birilerine bir şey öğretmek, birilerini uyandırmak, bir çeşit otorite uzaklığı yaratmak pek bana göre değil. Okur denen muhatabın, yakın bir arkadaşım olduğu fikrindeyim. Bana birlikte düşünüyormuşuz gibi geliyor.

- Romanda, her kahraman hikâyesini kendisi anlatırken diğerlerinin yaşadığı olayları da kendi tanıklıklarıyla aktarıyor. Bazı bölümlerdeyse olup bitenler, bir anlatıcı tarafından aktarılıyor. Neden böyle bir anlatım kurguladınız?

- Bunlar oyuncaklı işler. Kurgunuzun neyi gerektirdiğini düşünüyorsanız onu yapıyorsunuz. Bir de tabii, nasıl hoşunuza gidiyorsa öyle yapıyorsunuz. Gülhisarlı Terziler, aslında tek bir insanı anlatıyor. Bu bağlamda ona, çevresindekilerin gözüyle de bakma fikrini bir kenara atamadım ve böyle bir anlatım ortaya çıktı.

 

UNUTULMASIN DİYE YAZIYORUM”

- Dönüp dolaşıp geldiğiniz, penceresinden dünyayı seyrettiğiniz “üç numaralı oda” neresi? Dünyaya, gerçeklere tahammül edebilmek için bulduğunuz değişik yollardan biri mi yazmak? Sizin “dert ağacınız” ne?

- Yaşananlar unutulmasın ve unutmayayım diye yazıyorum. Bunun nedeni belki de hafızamın biraz zayıf olmasıdır.

Elbette hepimizin dertleri var ama en yakıcı olanlar, ortak dertlerimiz. Bunlara çoğunlukla dert ağaçları filan da çare olmuyor. Otuz beş yıldır bir savaş sürüyor. En büyük derdimizin barış olması gerekirken, derdimiz değil. İşte asıl dert bu. Bunu bu savaşın mağdurlarına sormak lazım. Bu yüzden Ayhan Demir’in hikâyesini yazdım.

- Günümüz Türkiyesi’nde Ayhan Demir gibi masanın altına girip bitene kadar çıkmak istemeyeceğimiz olaylara alışmadık mı? Bu körleşmeyi neye bağlıyorsunuz? Roman kahramanı, yaşadığına dair kanıtlara ihtiyaç duyuyor. Bu noktada onunla benzeşiyor muyuz?

- Masanın altına girmek konusunda, toplum olarak Ayhan Demir’e biraz benzediğimiz kanısındayım. Ancak onun kadar naif olduğumuzu söyleyemem. Arada bir başımızı çıkarıp bizi o masanın altına sokan sebepler lehinde tezahürat yapıyoruz. Biz kırk bin çocuğun ölümüne alıştık. Eşiğimizde daha büyük yıkımlar duruyor. Alışma istidadımız hayranlık duyulacak cinsten…

Ayhan Demir, yaşadığına dair kanıtları hiç olmazsa kendisi arıyor ve romanın sonunda az da olsa buluyor. Bizim toplum olarak yaşadığımıza dair kanıtları, ilerde başkaları arayacak. Biraz kötümser olacak ama korkarım bulamayacaklar.

 

TOPLUMSAL ÇÖKÜŞÜN FİGÜRLERİ”

- 12 Eylül döneminde birkaç kitap yüzünden karakolluk olan Nedim Usta’nın hikâyesini okurken romanda geçen deyimle söyleyecek olursak -kitaptan başımızı kaldırıp gerçek hayata bakınca- aynı şeyi görüyoruz; kitapların ve yazarların başı yine belada... Ne dersiniz?

- Böyle yönetmek kolaylarına gidiyor. Zaten hak ve özgürlüklerin teminat altında olduğu bir ülkede yaşıyor olsaydık, bugün bizi yönetenlerin ezici çoğunluğu siyasete atılmazdı. Cesaret edemezlerdi. Küçük tüccarlık yaparlardı, para sayarlardı. Bu siyasi figürler toplumsal çöküşün figürleri. Bunların Türkiye’de sık sık görülmesi, memleketin dünyadaki ekonomik konumuyla, özgürlük kültürüne sahip çıkmaktaki tembelliğimizle ve çöküşün sürekliliğiyle alakalı.

Onlarca gazeteciyi, yazarı hapse attılar. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri böyle bu. Bildikleri tek çözüm, düşünceyi içeri atmak. Tartışmak, ikna olmak ya da ikna etmek fıtratlarında yok. Cehalet böyle bir şeydir. Okumamışlıktan, bilgisizlikten bahsetmiyorum. Tam olarak şundan bahsediyorum; işlerini yaparken susmamızı ümit ediyorlar. Bu, cahillerin, insanı tanımayanların, bütün ortaçağların ümididir. Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay ve onlarca gazeteci, yazar bu toplumun geleceğini koruyorlar. Saygınlık böyle bir şeydir.

- Hatice, Günnur, Perihan... Erkek şiddetinden bir şekilde nasiplerini almışlar. Sessizce onu terk eden kocasının dönmesini bekleyen, dövülmediği gün şükreden, tacize uğrayan bu kadınlardan yola çıkarak konuya ilişkin neler söylersiniz?

- Hâkim takdiri denen bir şey var. Yani öldürdüğünüz kadın hayat kadınıysa adalet gevşiyor. Buradan, adlî siyasetin, suçu benimsemeyi ve suça ortak olmayı hangi ölçüde istediğine dair bir çıkarımda bulunabilirsiniz.

O takdirin önüne geçemezsiniz çünkü hukuki mekanizmalara değil konjonktüre göre değişir. O takdirin önüne geçecek tek şey, bu işi takdire filan bırakmayacak, kararlı ve önleyici bir ceza hukuku siyasetidir.

Bugün çözüm makamında oturanların anneleriyle, karılarıyla, kız çocuklarıyla ciddi patolojik sorunları mı var, bilemiyorum.

Öte yandan, kadın katillerinin savunmaları son günlerde biraz daha güçlenecek gibime geliyor. “Adam öldürmedim, madam öldürdüm” diyebileceklerdir.

- Romandaki en kötü karakterin bile çocukluğunda travmatik olaylara maruz kaldığını görüyoruz. Sosyolojik bir kısır döngü mü bu?

- Genelleme yapmak zor ama şiddet görgüsünün bir tür kabul edilebilirlik, bir tür yasal toplumsal zemin yarattığını söyleyebilirim. Çoğunluğun katil ya da hırsız olduğu bir dünyada yaşıyorsanız, katil ya da hırsız olmak, kaçınılmaz değilse de kaçınmak için epeyce çaba sarf etmeniz gereken bir durumdur. Bugünlerde büyüyen çocukların işi çok zor…

 

Gülhisarlı Terziler / Hüsnü Arkan / Kırmızı Kedi Yayınevi / 214 s.