‘Hoşafın Kâsesi Buzdandır, Şevketlim...’
‘Hoşafın Kâsesi Buzdandır, Şevketlim...’
Artun ÜnsalBirinci Abdülhamit dönemi şeyhülislamlarından Dürrî Mehmed Efendi’den (1734-36) başlayarak İmparatorluğa birçok kadıasker ve şeyhülislam veren Dürrîzadeler,(Nisan-Temmuz 1920 arası görev yapan son şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin millî mücadele aleyhine verdiği fetvaları hariç) yaklaşık 200 yıl boyunca saygınlıkları kadar varlıklarıyla da Osmanlı İstanbul’unun önde gelen ulemâ ve “kibar” ailelerinden biri olarak yaşamış; adlarıyla müsemma, “inci gibi parıldamayı” sürdürmüşlerdir.
Özellikle, II. Mahmud döneminde (1808-1839), Dürrîzâde Şeyhülislam Abdullah Molla, “servet ve samânıyla beraber, mekârim-i mebzulesi (elinin çok açık olması) ve kibarlığıyla şöhretşiâr idi.” (Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı). Dürrizâde’lerin Üsküdar Paşakapısı’nda sahilden Doğancı’ya kadar yayılan konağı, müştemilâtı ve geniş bahçesiyle, küçük bir saraydı adeta. Abdullah Efendi, Şeyhülislamlık sonrası yıllarda da bolluk ve cömertlik içinde yaşamayı sürdürüyordu. “Nefâisperverliği” (iyi yemeklere ve inceliklere düşkünlüğü) Sultan II. Mahmud’un kulağına gitmiş, o da merak etmiş doğrusu. Gerisini, Musahipzâde Celâl’in Eski İstanbul Yaşayışı’ndan özetleyelim:
“Pâdişah, bir Ramazan günü akşamüzeri Üsküdar Yeni Cami’ye gidiş emrini verince, maiyeti erkânıyla birlikte kayıklarla Üsküdar’a geçilir. Ezana bir saat kala doğruca camie gidilir. Hünkâr mahfelde oturup hafızları dinledikten sonra bir aralık ezana yarım saat kaldığı sırada nedîmlerinden birine: ‘Bu akşam Dürrizâde’ye iftara gideceğim!’ deyivermiş.
“Hemen Dürrîzâde’ye haber uçurulmuş: Dürrîzâde neye uğradığını bilemiyerek koşmuş, cami kapısına vardığı sırada Sultan Mahmut atına biniyormuş. Resmi tazîm ve ubûdiyeti ifa edip [saygı ve bağlılığını sunma] rikâbında [önünde] yaya olarak yola düzülmüş, konağın önüne geldikleri zaman iftar topu atılmış. Hünkâr binek taşında attan inerken Dürrizâde kahyâsının kulağına ‘Haremin yemeğini selâmlığa versinler. Ahcıbaşı hareme başka yemek hazırlasın’ demiş ve padişahın koluna girmiş hergün oturduğu odaya çıkarmış. El, etek, ayak öperek minnet ve şükranını arzeder. Padişahın maiyyetinde yüz elliye yakın kimse ayrı ayrı mükellef sofralara oturtulur.
“Tam iftar saatinde Padişah ve beraberinde bunca insan ‘baskın’ının bile bu seçkin kişinin konağında hiç bir telâş ve sıkıntıya yol açmadığı izleniyor. Sapları fildişi, mercan ya da sedeften ve üzerleri değerli taş ve altınla bezenmiş çorba, tatlı, pilav, hoşaf kaşıkları sanki Saray’la yarışır gibiydi.
Hünkârın ‘emri ve müsaadesi’ ile, Dürrîzade de onunla birlikte aynı sofraya oturur. Altın tepsi içinde altın tabaklardaki iftariyeliklerle oruç bozulduktan sonra, leziz yemeklerin resmigeçidi başlar.
Ardından, büyük billûr (kristal) tabak içinde yine billûr gibi bir hoşaf kâsesi getirilerek gümüş tepsiye konur. Sultan, mineli altın üzerine incilerle bezeli hoşaf kaşığı ile hoşaftan tadar. ‘Molla, bu vişne hoşafı ne kadar soğuk! deyince Dürrîzâde: - ‘Kudretli Hünkârım. Hoşafın kâsesi buzdandır. Afiyetler olsun Şevketlim!’ cevabını verir.
Sultan Mahmut’un hayreti son dereceyi bulur. Dürrîzâde’nin mahir kilercisi her gün Küçük Çamlıca suyunu kalıp içinde kâse şeklinde dondurur içine efendisinin hoşafını kor, takdim edermiş...”