‘Hiçbir yasa mücadelenin önüne geçemez’

Ödüllü yönetmen Kıvanç Sezer, ikinci filminde bakanlık desteği alamasa da sinemacılar dayanışma eli uzattı

cumhuriyet.com.tr

Yönetmen Kıvanç Sezer, 2016 yılında çektiği “Babamın Kanatları” filmiyle 53. Altın Portakal Film Festivali’nden “En İyi İlk Film” dahil 6 ödülle dönerken, 23. Uluslararası Adana Film Festivali’nde de 7 ödül birden kazanmıştı. Bir “işçi filmi” diye nitelendirilen “Babamın Kanatları” sonrası projeleri merakla beklenen Sezer, ikinci filmi “Küçük Şeyler”in çekimlerine kısa süre önce başladı... Kültür Bakanlığı’ndan destek alamayan projede Sezer’e dayanışma elini aynı sıkıntıları yaşamış bir diğer ödüllü yönetmen Tolga Karaçelik uzattı. Karaçelik’le birlikte yapımcı Kanat Doğramacı da Sezer’in filmine destek olurken, başarılı yönetmen 29 Ocak’ta başladığı çekimlerin ilk kısmını bitirdi. Sezer, yeni filminin yapım sürecini şu sözlerle anlatıyor: “Şu anda ara modundayız. İkinci bölüm, mevsimsel ve oyuncuların durumlarından dolayı mart ortasında başlayacak, üçüncü de nisan sonunda. Böyle bir dönem, mevsimi de görselleştirmek için böyle bir ayarlama yaptık. Toplam 18 günde çekeceğiz. Filmimizde Alican Yücesoy, Başak Özcan, Bülent Emrah Parlak, Tuğçe Altuğ, Müfit Kayacan, Seda Türkmen, Ece Dizdar, Nihal Koldaş gibi güzel bir oyuncu kadromuz var. İlk bölümümüz çok güzel geçti, kavgasız gürültüsüz. Baştaki bu dayanışma duygusunu sete de yansıtıyoruz.” 
Kıvanç Sezer, Tolga Karaçelik ve Kanat Doğramacı ile bir araya gelerek “Küçük Şeyler”i, geçen yıldan bu yana çok tartışılan yeni sinema yasasını ve sinemada sansürü konuştuk. 

‘Gülmezsek delireceğiz’

* “Küçük Şeyler”in konusu nedir? “Babamın Kanatları”yla birlikte bir üçlemenin ikinci filmi mi olacak?
Kıvanç Sezer: İlk filmi yazmadan önce bir ilişki draması yazmak vardı aklımda. Hatta kısa bir öykü yazdım. Sonra onunla nereye gideceğimi bilemedim. “Babamın Kanatları” çıktıktan sonra bunu üçleme yapsam nasıl olur diye düşündüm. Bu biraz motor oldu, hikâyeyi devam ettirmek anlamında. Bir beyaz yaka çift. Adamın işsiz kalmasıyla beraber evlilikte bozulan dengelerin, hem bireysel hem de ilişkisel sorgulamaların bir tür anlatısı. Böyle absürt bir dünyayla beraber acaba nasıl iç içe geçirilebilir gibi, senaryoda öyle bir yol izlemeye çalışıyorum şu anda. Bir tarafından da bir mizah oluşturmaya çalışıyorum. “Babamın Kanatları”nda sinemadan çıkıp ağlayanlar oldu. Sonra kendi kendime düşündüm, “Niye ağlattım acaba” diye. Sonra şunu fark ettim ki, bu bir tür sorumluluk. Birilerini ağlatmış olmak günlük hayatta çok sık yaptığımız bir şey değil. Ama birilerini güldürmek çok sık yaptığımız bir şey. Onun o kadar sorumluluğu yok. İkinci filmde de bunu mizahla birlikte yapmak mümkün olur mu, bir de acaba seyirciye o kanaldan nasıl ulaşabiliriz diye düşünmeye başladım.
Tolga Karaçelik: Garip bir şey bu. “Sarmaşık”tan sonra benim de başıma gelmişti. Seyirci üzerinde etki yaratabiliyorsun, ama bu etkiyi gerçekten nasıl kullanmak istiyorsun sorusu var. Veya belki de bu aralar gülmezsek delireceğiz, ondan da olabilir.
K.S: Onun da etkisi var. Gülmeye ihtiyacımız var, bir şeyler anlatırken onun anlatma tonunu da ayarlamak lazım. “Babamın Kanatları”nda karanlık bir atmosfer var. Bunda biraz daha renkli bir atmosfer olabilir mi diye düşündüm. Kendimle dalga geçme mizahı yapmayı istiyorum. Orta sınıfın içinde bulunduğumuz dönemde, kendimi de dahil ederek söylüyorum, çok da ciddiye alınacak, büyük bir dram kurulacak hali de yok aslında. 
* Bir işçi filmi “Babamın Kanatları”, burada bir orta sınıf / beyaz yaka hikâyesi, sonrasında da müteahhit filmi gelecekmiş. Sınıfsal bir bakış da var mı?
K.S: Evet, var. Toplumu dikey olarak kesen bir hikâye, bir mekanda ortaklaşmış. Birbirinden hiç haberi olmayan, ama bir şekilde kesişmiş üçleme yapısı oluyor. Aslında çarkın üç tane dişlisi. Bunlar olmasa konut endüstrisi de olmaz, fabrikalar da olmaz, tersaneler de olmaz... 
* Bianet’te bir yazın var, o yazıda toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili konulara da değineceğini de söylemişsin...
K.S: Erkek karakterimizin işsiz kalmasıyla birlikte evin içindeki sorumlulukları önce alıp sonra almayışı, oradaki direniş noktaları, “karizmayı çizdirmemeye” çalışması zaten kendi içinde komik bir durum. Diğer taraftan da çok konuşulmayan şeyler bunlar. Ama hayatın da bir parçası. Kendimi de orada becerebildiğim kadar eleştirmeye çalışıyorum. Sonuçta ev içi emek diye bir kavram var. Onu da küçük küçük tartıştığımız sahneler var.
* Sen “Babamın Kanatları”yla birlikte İşçi Filmleri Festivali’ne katıldın, işçilerin çağırdığı yerlerde konferanslara gittin, Sinema Psikiyatri Derneği’nin bir etkinliğinde filmin gösterildi ve konuşma yaptın. Yani ister istemez muhalif bir yönetmen görüntüsü çizdin. Sanatçı muhalif olmak zorunda mı sence? 
K.S: Muhaliflik meselesi sanatçının sanatıyla ilgili değil, sanatçının toplumla ilişkisiyle ilgili bir konu. Benim de içinde bulunduğum topluma dair eleştirilerim var. O anlamda evet, muhalifim. Filmlerimle veya gittiğim yerlerde anlatmaya çalışıyorum yanlış bulduğum noktaları. Ama ben iyi film yapan biri değilsem benim bu eleştirilerimin de bir kıymeti kalmıyor. Bizim birinci sorumluluğumuz iyi film yapmak, ondan sonra insanlar söylediğimiz şeylere kıymet verirse ne ala... Bir şekilde bir kalıba angajeyim diyemem. Benim ancak içimde bir şeyleri hareketlendirmesi gerek. Bu toplumda yaşıyoruz, bugüne dair bir şeyler söylemeye çalışıyoruz. Yeni filmde de içinde bulunduğum topluma dair bir hikâye anlatmaya çalışıyorum.

‘Dayanışma ruhuyla...’

* İlk film için bakanlıktan destek alabildin, o süreci biraz anlatabilir misin? O filme neden destek verildi, bu filme neden verilmedi örneğin? 
K.S: Neden destek verdiğini de vermediğini de bilmiyoruz. Bakanlıkta şeffaf bir yapı yok. Bakanlık şimdiye kadar 10-12 kişilik sinemacılardan oluşan bir kurulla bu desteği veriyordu. İlk filmime uygun gördüler, bu filme destek vermeyi uygun görmediler. Film yapmak isteyen insanların bir şekilde destek görmesi lazım. Ama biz biliyoruz ki, toplumda muhalif olarak görülen kişilerin, projelerin içeriğinden bağımsız olarak desteklenmediğini biliyoruz. Kara listeler var, çok net görüyoruz. Buna rağmen inat ederek filmi yapma dışında da ne yapabiliriz, bilmiyorum. Tepkimiz bir şey yaparak olabilir. Tam da zaten Tolga ve Kanat’la bir araya gelmemiz bu inat etme halinin bir devamı oldu. İnsanlarda da karşılık buldu. Ekip de oyuncularımız da bir dayanışma ruhuyla bu filmi yapıyor.

Festivallere ‘Kelebekler’ tehdidi

* “Kelebekler”, Sundance’te En İyi Film seçilince başlıklar “Bakanlık destek vermemişti ama en iyi film oldu” diye atılmaya başladı. Ödülden sonra Kültür Bakanlığı’ndan resmi ya da değil, bir tebrik geldi mi?
T.K: Devlet mekanizması çok karışık. Mesela Kültür Bakanlığı’nda çalışan bir kısım insanın filmlerimden çok fazla keyif aldığından haberdarım. İyi ilişkilerim olan iyi insanlar var bakanlığın içerisinde. Hatta bazı insanların da bazı festivallere gittiği zaman, “Evet destek vermiştik ‘Kelebekler’e” gibi konuşmalar yaptıklarından da haberimiz oldu. Ama “Kelebekler”i açılış filmi yapmak isteyen bazı festivallerin Kültür Bakanlığı’ndan, “Yaparsanız desteğiniz kesilecektir” gibi tehditler aldığını biliyorum. Hatta Avrupa’daki önemli şehirlerden bir tanesinde yapılan festival bu sene yapılamadı. Dolayısıyla durumlar karışık. Ya çok iyi yalan söyleyen bir mekanizmaya sahipler ya da iyi niyetli insanlarla kraldan çok kralcı olan insanların karmaşasının yaşandığını düşünmek istiyorum. Bu bir Tolga Karaçelik sorunu, üç ya da dört yönetmen sorunu değildir. Bu kültür politikasına devletin yaklaşım ve beceriksizlik sorunudur. Çünkü, böyle muhalif sesleri de yok edemezsiniz, daha fazla reklamını yapıyorsunuz. Bir yandan da Türkiye olarak, bu insanların filmleri milyonlarca kişi tarafından izleniyor yurtdışında. Emin Alper’in “Kız Kardeşler” filmi Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada şu anda, Kıvanç’ın filmi umuyorum ki güzel yerlere gelecek. Özcan Alper yaptığı filmlerle konuşulan bir isim, Hüseyin Karabey, bu şekilde. Bizim jenerasyonumuzun belki 10 tane, dünya çapında başarılar kazanmış yönetmenlerinden bahsediyoruz. Avrupa’daki diğer ülkeler bir yönetmen için çaba harcarken biz var olan yönetmenlerimizin önünü tıkamaya çalışıyoruz. Bu çok akıllıca bir tutum değil. Hiç kimseye faydası yok. Beni kimse arayıp tebrik etmedi. Ama bakanlıkta ödülden dolayı kıvanç duyan birçok insan da vardır.

‘Yasa, kötü yazılmış’ 

* Yeni yasaya gelecek olursak... Saray’a giden, aslında sinemamamızın en çok izlenen yönetmenlerinin denetleme kurulu, sansür gibi konularda yorum yapmadıklarını gördük, siz nasıl bakıyorsunuz olaya?
T.K: Eskiden de bir denetleme kurulu vardı, yine filmleri yasaklayabiliyorlardı “eser işletme belgesi” vermeyerek. Daha önce kullanmışlardı Kürt hareketiyle bağlantılı olduğunu düşündükleri filmlerde. “Bakur” vardı, seksenlerin sonunda bir film vardı. Dolayısıyla denetleme kurulu vardı zaten.
* “Kuruldaki sektör temsilcileri kim olacak, buna kim karar verecek? Filmlerde sigara, alkol buzlanacak mı?” Yasada bunların hiçbiri açıkça belirtilmemiş, çok muğlak ifadeler.
K.S: Kötü kaleme alınmış bir yasa. Bakanlık destekleri geri ödemesize dönüştürülmüştür diyor, ondan sonra da bütçenin yüzde 50’sinden fazlasını aşamayacak, aşarsa geri ödemeye düşer gibi bir şey var. Bu iki madde birbiriyle çelişiyor.
 T.K: O kadar ilgilenmedim ki, benimle alakalı olmasına rağmen... Çünkü şu an yeni bir senaryo yazıyorum, kesinlikle bunu düşünmek dahi istemiyorum. Ne yaparsak yapalım, zaten Anayasa’ya bile yeri gelince uyulmayabilir diyen bir iktidar ve muhalefet var. Dolayısıyla kanun maddelerini uygularsa ne olur, uygulamazsa ne olur... Bildiğimiz bir şey var, biz film çekmeye devam edeceğiz. Denetleme Kurulu’nu tartışıyoruz, ama bana destek vermeyen de zaten bir kuruldu. Çoğu da zamanında meslek birlikleri tarafından gönderilmişti. Yerel yönetimler de zaten filmi çekimini engellemek için her türlü zorluğu çıkarırdı ama siz de çekerdiniz bir şekilde.
Kanat Doğramacı: “Okul Traşı” diye bir film çekmeye çalışıyorduk. Sadece bürokrasiyi aşamadığımız için çekim izni vermedi milli eğitim müdürlüğü. Orada bir ay boyunca uğraştık, valiyle, belediye başkanıyla konuştuk. Bir tane adamı geçemediğimiz için izin vermediler. Ondan sonra başka bir yere gitmek istedik. Van’da olayları çok daha rahat hallettik. Devlet binasında çektiğimiz için bu böyleydi. Üç ay önce de Kayseri’de bir film çekiyorduk, Eskişehir’de de çektik. O zaman bütün belediyeler izin vermek için talep ediyorlar.
K.S: Sansür şöyle bir mekanizma, tarih boyunca böyle olmuş: Sizi sansürlemeye çalışıyorlar, siz de sansürden kaçmaya çalışıyorsunuz. Bir köşe kapmaca aslında. Biz de diyoruz ki, “Sansürleyin, eyvallah. Biz de sansürden kaçmaya çalışacağız.” Yapacak başka bir şeyimiz yok. Sonuçta daha uç sansür mekanizması İran’da çalışıyor. Yönetmene film çekmeme cezası veren bir ülkeden bahsediyoruz, ona rağmen film çeken yönetmenler var. Sinemanın özünde olan bir şey, bir tür meydan okumadır.

‘Sansürde İran’a yakınlaşıyoruz’

K.S: “Babamın Kanatları” İran’da bir film festivalinde gösterilecekti. Bir sahne var, iç çamaşırı mağazasındaki kızla çocuk konuşuyorlar, arkada da mankenlerin fotoğrafları var. Festivalden yazdılar, “Buradaki kurallar gereği burayı blurlamamız gerekiyor. Çok üzgünüz, ama durum böyle, ne diyorsunuz” diye. “Film gösterilsin de, blurlayın” dedim ben de. Gittim, hakikaten blurlamışlar orayı. Sonra bizim film Star’da gösterildi. Aynı sahne aynı şekilde blurlanmıştı. Bu çok ilginç bir detay. Bir kadın bedeni orada yok, bir fotoğraf var. Çıplak bir fotoğraf da değil. Dükkana gittiğinde görüyorsun zaten. Biz fark etmiyoruz ama giderek yakınlaşmaya başladık.
T.K: Biz yönetmenler olarak kendimizi bundan soyutlamak zorundayız. Ben kendi adıma söyleyeyim, bu bir aymazlık noktası değil. Üretmek verebileceğimiz tek cevap. Üretmemizi engellemeye çalışıyorlarsa üretmeye devam edip, gösterme aşamasına geldiğinde de bir şekilde göstermenin yolunu buluruz. Tercih edeceğimiz şey tabii ki bu değil, ama bir şekilde devam eder hikâye anlatmak.
 * Ülkenin bu koşulları, sansür vs, bir sanatçının üretim sürecini nasıl etkiliyor? İşin teknik boyutuyla ilgilenen, yapımcılar bundan nasıl etkileniyor?
K.D: Benim canlı bir örneğim var. En son vizyona soktuğumuz “Damat Takımı” diye bir film vardı, içinde alkolün de sigaranın da olduğu... Hatta birkaç insan beni uyarmıştı, bazı sahneleri çıkart diye. Ben de sinema filmi yapıyoruz deyip bir şey yapmamıştım. Sonra, bir kanalın alım müdürü izleyip bana “Kanat, televizyona koyulmaması için her şeyi yapmışsın” demişti. Şöyle bir örnek veriyor: Sigara yok ama, “Hadi dışarı çıkıp sigara içelim” dedikleri zaman onu kesmem lazım, masada kül tablasının olmaması lazım, alkolün kesinlikle olmaması lazım vs. Dolayısıyla filmi satamıyorsunuz kanallara. Önemli bir girdiden olduğunuz için, bir vizyon filmi yapacağım zaman bir senarist bana bunu getirirse “Çıkart” demek zorunda kalıyorum. Diğer türlü filmden para kazanma şansımız kalmıyor. Çünkü vizyonda da yaş sınırı alıyoruz. O da çok etkiliyor. Ben de istemediğim bir şeyi yapmak zorunda kalabiliyorum.
T.K: Garip bir dönemden geçiyoruz. Ben bunun bir geçiş dönemi olduğunu düşünüyorum. Geçiş döneminden kast ettiğim, devam edebilecek, mantıklı bir yönetim biçimine maruz kalmıyoruz ve her şeyi tek taraflı bir şeye dönüştüremeyecek kadar büyük bir ülkede yaşıyoruz. Farklılıkları ve kültürel olarak altyapısı çok sağlam, farklı kültürlerin birlikte yaşamış olduğu bir toprakta yaşıyoruz. Bugünkü başkanlık rejimi gibi daha otoriter rejimlerde krala, padişaha ya da başkana beğendirmek için kraldan çok kralcıların borusunun öttüğü bir dönem. Geçiş döneminin en kötü taraflarından birisi de bu. Böyle düşünmek daha sağlıklı kalmamı sağlıyor. İkincisi, ne olursa olsun üretmeye devam ederek, bir şekilde var olan örnekleri devam ettirmek önemli. Tek sesli, muhalefetin bile iktidarla aynı dili konuştuğu bir ülkede bir zaman sonra örneklerin olmaması herkesi aynı şeye dönüştürüyor. Maruz kaldığımız aynı erkil dilin bile bizim kendi konuşmalarımızı etkilediğini düşünüyorum. Twitter’daki kavgaların “reisçilerin” kavgalarından çok uzak olmadığını görüyorum mesela. Zarafetin kayboluyor olduğunu görüyorum ve bu beni çok üzüyor. Bir şekilde üretmek, yapabileceğimiz tek şey. Yeni yasanın getireceklerini zaman içinde göreceğim. Bu nasıl uygulanacak diye bekleyecek bir zamanım yok. Bir şekilde üretmeye devam etmem lazım olduğunu hissettiğim için üretiyorum.
Ben filmimi çektikten sonra Kıvanç’ın aynı sorunlarla mücadele ettiğini gördüm ve bu koşullar içerisinde tek başına mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Dolayısıyla Kıvanç’a bir arkadaşı olarak geldim, yapımcı olarak değil. Elimden gelen desteği vermek için. Tek başına film yapmak çok zor bir şey.
Ben enseyi karartmayı seven bir insan değilim. Hiçbir şeyin de mücadele etmeden gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum. Bu mücadele şu anda üretmeye devam etmek şeklinde olur, yarın başka şekilde olur. Ama güleryüzlü, pozitif bir şekilde, eleştirdiğimiz insanlarla da, yanlış yaptığını düşündüğümüz insanlarla da ahlaklı bir çerçeve belirlendikten sonra bir araya gelerek en azından daha iyi kavga veririz, kazanamasak da... Biz bir araya geldik ve bu filmi çekiyoruz, bir araya gelmediğimiz zaman çekemiyorduk...

‘Bize sırtlarını dönüyorlar’

K.S: Ben de hayatı bir mücadele olarak görüyorum. Yani herkes bir tür kendi için anlamlı bulduğu mücadeleyi verebilirse o hayat kıymetli olur. Bizim şu anki temel sorunumuz sansür yasası falan değil, aslında yüzde 99’dur bu ülkenin ezilenleri ve yüzde 1’dir ezenleri. Bu yüzde 99 çok parçalı duruyor, sinema sektöründe de öyle. Benim Yılmaz Erdoğan’la, Cem Yılmaz’la, Şahan Gökbakar’la falan kişisel olarak bir sorunum yok ki. Ama onlar bizim mücadelemize sırtlarını dönüyor. Dolayısıyla biz de onlara yüzümüzü dönemiyoruz. Asıl sorunumuz bu. Mücadeleyi anlamlı kılan, bir araya gelişlerdir. Bizim bu filmi yaparkenki bir araya gelişimiz gibi, birbirimize el uzatmamızdır. O zaman hangi yasa gelirse gelsin, bizim mücadele dediğimiz şeyin önüne geçemez bu. O açıdan bakınca da ben Norveç’teki, İsveç’teki sinemacılara üzülüyorum. Hiç böyle mücadele edecekleri bir şey yok, sansür yok bir şey yok... Bir şeylerin bu kadar basit olması da iyi bir şey değil... (Gülüyor)
T.K: Geçen gün Norveç’teydim, onlar da benzer şeyleri söylüyorlar. Yönetmen çıkartmakta zorlanıyorlar ve bunun sebeplerini araştırıyorlar. Bahsettikleri şeylerden biri bu rahatlık, ikincisi eleştirinin çok az olması. Kimse kötü bir şey söylemek istemiyor, herkes arkadaş...
Bizim jenerasyonda yönetmenlerin birbiriyle iletişimi çok sağlam. Kıvanç’la sadece film çekmiyoruz, sektörde eksik olan şeylerden bir tanesi yapımcı eksiği. Kanat daha önce gişe filmleri yapmış bir isim, Kanat’ın mesela yapımcılık tarafına bilgi birikim aktarmasını istiyoruz. Ben üç tane filme yapımcılık yaptım mesela, orada bilgi birikim oldu. Fon nasıl bulunur, hangi festivallere başvurulur falan... Bu açıdan da Kıvanç’ın filmi beni heyecanlandırıyor.
K.S: Bizim de ihtiyacımız olan şeyler, uzun süreli birlikte çalışmalar. Bunu ekip için de söyleyebilirim. Bize destek veren Işık Sanat olsun, post prodüksiyonda Bando olsun, çok daha uzun dönemli beraber işlerin olabileceği bir ortam oluştu. Bu da bize umut veriyor aslında.

 ‘Fon kuralım’

Son olarak, eklemek istediğiniz şeyler var mı?
T.K: Beraber hareket edebileceğimiz insanları küstürmemek adına dikkatli konuşmamız gereken bir dönemden geçiyoruz. İyi niyetli olduklarını düşünmek istediğim bir dönemden geçiyoruz. Kafamda şöyle bir şey var daha sonrası için, niçin bir fon kurmuyoruz? Sadece gelirden bahsetmiyorum, kârdan bahsediyorum. Bu konuştuğumuz filmlerin kârlarının yüzde 1’i bile aktarılsa... Ve en çok eleştirilen konulardan bir tanesi ve benim de takıldığım, set işçileriyle ilgili hiçbir şey yok. Mesela o fonda da bir numaralı konulardan bir tanesi “Set işçilerinin konusunda sendikanın kararına uyacaksınız” olsa... Bu tartışma biter, akıllı bir muhalefetle Türkiye’nin sinemasının geleceğini değiştirebiliriz.
K.S: Aynı zamanda sette gerçekleşen iş kazalarını azaltmış da olur.
T.K: Dolayısıyla, kaba bir şekilde tepki vermek yerine daha güleryüzlü bir muhalefet işe yarar. O yüzden dikkat ediyorum konuştuklarıma, politik olma derdinden değil. Mesela o fon kurulursa, o fona biz sinema ağlarını veya dağıtımcıları da dahil edersek, kota konursa, bu fondan destek alan filmler en az 3 hafta gösterilecek Mars’ta Cinemaximum’da diye, bir anda değişir her şey.