Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
Korona salgını, ekonomi politikaları yönünden tüm dünyayı değiştirecek. Kamusal önlemler birer birer geliyor. Milli Mücadele sonrasında genç Türkiye Cumhuriyeti bu sınavı başarıyla geçmişti.
Alev CoşkunKorona salgınının genişlemesi, bütün dünyaya yayılması karşısında devletler sağlık alanındaki önlemler yanında, özellikle ekonomik ve mali konularda çok ciddi kapsamlı kararlar aldı. Bu salgını, Çin devleti kendi sistemi içinde kamusal önlemlerle çözerken, kapitalist Batılı ülkeler çok büyük parasal tutarlar içeren ekonomik paketlerini açıkladı.
Birkaç örnek verirsek, Kanada 82 milyar dolarlık, İngiltere hükümeti 330 milyar sterlinlik bir paket açıkladı. Tüm özel sektör çalışanlarına evlerinde kalmaları ve en az 3 ay süresince 2 bin 500 sterline kadar ödeme yapılacağını bildirdi.
Merkel’in Almanya hükümeti, 750 milyar Avro’luk bir yardım paketini ve 156 milyar Avro’luk ek bütçeyi onayladığı belirtildi. Zaten ciddi sigorta sistemi ve sendikal örgütlenmesi olan ülkede özel sektör çalışanlarının haklarının yitirilmemesi için güvenceler masada.
Fransa’da E. Macron, Fransızlara hiçbir şirketin iflas riski altında kalmayacağını söyledi. Macron, şirketlere devlet garantisi adı altında 300 milyar Avro’luk pir paket sözü verdi. ABD ise salgının ekonomik etkisini azaltmak için 2 trilyon dolarlık dev bir ekonomi paketini devreye sokuyor. Türkiye’nin açıkladığı önlemler, bu paketlerin yanında çok cılız kalıyor. Bu ekonomik önlemler, salgının getireceği ekonomik sarsıntıların boyutunu göstermeye yeterlidir.
KAPİTALİZMİN SAKATLIKLARI
Bu salgın, bir yandan Batı dünyası sağlık sisteminin sakat yanlarını, öte yandan kapitalist sistemin “zaaflarını” öne çıkardı.
Bu yazı, korona salgınının getirdiği sonuçları ele alarak, liberal ekonominin çöküş nedenleri üzerinde durmayı amaçlıyor. Kanımızca, bu olaylardan sonra, bütün dünyada yeniden “Keynes kuramı” içerikli devlet müdahaleleri genişleyecektir.
Bütün devletler ekonomik ve mali alanlara daha etkin “müdahale” etmek zorunda kalacaklardır. Bu yazı dizimizde devletin ekonomiye girişi, kamunun etkinleşmesi nedeniyle Türkiye ele alınacak, 1929 Dünya Krizi’nden sonra Türkiye’nin kamu öncülüğünde ekonomik sisteme nasıl girdiği ve elde ettiği başarılar incelenecektir.
SALGININ ÖĞRETTİKLERİ
Korona salgını bütün dünyaya iki şey öğretti. Birincisi, kapitalist ülkelerdeki sağlık sisteminin zayıf yanlarını ortaya çıkardı. İkincisi, kapitalist ekonominin sistem olarak zaaflarını, sakatlık ve zayıflıklarını ortaya koydu...
İngiliz ekonomist Adam Smith’in ünlü deyişi “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kapitalist sistemin temel ilkeleridir. “Piyasa serbest bırakılmalıdır. Devletin piyasalara müdahalesi yanlıştır. Çünkü piyasanın görünmez eli ekonomiyi düzenler.” Bu sloganlaştırılmış ilke, asırlar boyunca kapitalizmin adeta Tanrı buyruğu olmuştur. Açıkça belirtmeliyiz ki, korona salgınından sonra bu ilke çökmüş bulunuyor.
Kapitalist düzenin tarihsel geçmişine baktığımızda, dünyanın kimi zaman dilimlerinde büyük ekonomik krizler yaşadığı görülür.
Bunların en büyüğü, bundan 91 yıl önce yaşanan 1929 Dünya Ekonomik Krizi’dir. Aslında bu kriz, kapitalist sistemin önemli çöküşlerinden birisiydi.
Daha sonra da dönemsel (periyodik) ekonomik krizler yaşandı. Tarihsel olarak en yakın yaşanan da 2007-2008’de ABD’de patlak veren “inşaat balonu” krizidir. Bu geniş boyutlu ekonomik kriz birçok ülkeyi yıllarca uğraştırmıştır.
Kapitalizm, aslında, kendi düşünsel ve mantıksal yapısı nedeniyle ekonomik krizler yaratmaya elverişlidir. Karl Marx bu olayı şöyle açıklıyor:
“Kendi işleyiş sistemi ve yapısından doğan nedenlerle kapitalist ekonomi dönemsel (periyodik) olarak krizlere sürüklenmeye mahkûmdur.”
Son korona salgını, kapitalist sistemi bir kez daha sarstı. Kapitalist sistemin süper güçleri ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ekonomik yaşamın çarklarının altüst olmaması için kamusal ekonomik önlemler açıkladılar.
Almanya’nın açıkladığı 750 milyar Avro’luk ve ABD’nin açıkladığı 2 trilyon dolarlık kapsamlı paketler bunun en çarpıcı örnekleridir.
KAPİTALİST FIRSATÇILIK
Geçen hafta, ABD’de New York Valisi’nin yaptığı açıklama çarpıcıdır. Vali, “Tıbbi malzeme üreten bütün özel şirketler kamulaştırılsın. Çünkü normalde 70 sent olan maskeyi bize 70 dolara satıyorlar.” Vali bu örneği vererek devletin piyasaya müdahale etmesini, bu şirketlerin kamulaştırılmasını istedi.
Bu kapitalist fırsatçılık sadece New York’ta değil, bütün dünyada görülüyor. Nitekim geçen hafta İçişleri Bakanı Soylu, gerekirse sağlık ürünleri üreten fabrikalara el konulacağını bildirdi.
Kapitalist sistem, ahlak kurallarını bir yana bırakıp fırsatlardan yararlanmak yoluna gidiyor.
KAMUSAL MÜDAHALE SÜRECEKTİR
Korona olayı kapitalist dünyanın zaaflarını ortaya koydu. Kamucu ekonomik müdahaleler daha da etkin olarak sürecektir. 1990’larda Sovyet Rusya’nın çöküşünden sonra “Küreselleşme” sloganıyla yürütülen ve tüm devlet ekonomik kuruluşlarının özel sektöre devrini gerçekleştiren olgunun da büyük sakıncaları ortaya çıkmış bulunuyor. Bu durum küreselleşme olayının da yanlışlıklarını göstermiştir.
Neoliberallerin ortaya koyduğu, “Her şey özel sektöre devredilmelidir. Devlet sadece altyapı, yol, köprü yapsın” politikasının ne derece büyük hata olduğu anlaşılmıştır. Kapitalist sistemin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganı bir kez daha darbe yemiştir.
Sağlıktan para kazanma yoluna giden bir sistem yaratmak amacıyla kurulan özel hastanelerin de sıkıntı içinde oldukları anlaşılıyor.
Nitekim Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği Başkanı Dr. Reşat Bahat, önceki gün “Türkiye’deki 557 özel hastaneye devlet acil olarak el koysun” açıklaması yapmıştır. Bu açıklama, özel sektör hastanelerinin sorunlar yaşadığını açıkça gözler önüne sermektedir.
Milli Mücadele’den sonra, Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, temelde çok kötü bir ekonomik miras devralınmıştı. Milli Mücadele’den sonra Türkiye’nin nüfusunun 11 milyon olduğu hesaplanıyor.
Cumhuriyetin kurulduğu yıl Türkiye’nin hastane sayısı yönünden durumu şöyleydi: Türkiye’deki belediyelerin sadece 6 hastanesi vardı. Bir bölümü yabancılara ait olmak üzere toplam 32 özel hastanede 2 bin 400 yatak bulunuyordu. Devlete ait hastane sayısı ise 45, bu hastanelerdeki yatak sayısı ise 2 bin 450 idi.
Sıtma, frengi, verem ve trahom en çok rastlanan hastalıklardı. Yaşam koşullarının sağlıksız oluşu hastalıkların başlıca nedeniydi. Birkaç büyük kentin dışında evlerde su yoktu. Kasaba ve kentlerde halk, sokak çeşmelerinden evlerine taşıdıkları suyu kullanıyorlardı. Köylüler ise su ihtiyaçlarını yakınındaki pınarlardan, kuyulardan ya da derelerden karşılıyorlardı. Yiyeceklerin çoğu sağlıksızdı. Hemen hemen her türlü yiyecek açıkta satılıyordu. İçme suyu da önemli sorundu. Halk, çoğu yerde sağlıklı olmayan kuyu ve dere suları içiyordu.
GENÇ CUMHURİYET
Genç Cumhuriyetin ilk işi Lozan Antlaşması’na dayanarak uluslararası karantina örgütünü kaldırmak ve sağlık konusundaki kapitülasyon uygulamalarına son vermek oldu.
Cumhuriyetin ilan edildiği yıl Türkiye’deki yaygın hastalıkların başında çocuğundan yaşlısına kadar yakaladığı her insanı kansız, dermansız, cılız bırakan sıtma geliyordu. Korunma ve bakım eksikliğinden halkın yarısına yakın bölümü sıtmaya yakalanıyor ve her yıl birçok insan ölüyordu. Askerlik çağına gelen gençlerin yüzde yirmisinin askerlik hizmeti yapamayacak kadar sıtmalı olduğu görülüyordu. Sarı benizli, ince boyunlu, cılız bacaklı, şişkin karınlı ve kocaman dalaklı bitkin ana ve babalardan sağlıksız çocuklar doğuyordu.
Sıtma için en etkili ilaç yurtdışından ithal edilen kinindi. Cumhuriyetin ilan edildiği yıl 500 kilo kinin ithal edildi. Cumhuriyetin ikinci yılında geniş çapta sıtma mücadelesi başlatıldı. Sıtmanın en yaygın olduğu Adana’da sıtma ile mücadele için eleman yetiştirmek ve tedavi yöntemlerini geliştirmek amacıyla “Sıtma Savaş Enstitüsü” kuruldu. Cumhuriyetin ilk altı yılında 23 ton kinin parasız olarak halka dağıtıldı. Kısa zamanda iki milyona yakın sıtmalının tedavisi sağlandı. Ayrıca frenginin yoğun olduğu altı bölgede mücadele başlatılarak başarılı sonuçlar elde edildi.
Her yıl binlerce kişinin kör olmasına neden olan ve gittikçe yayılan bulaşıcı göz hastalıklarından “trahomun” yaygın olduğu Adana, Antep ve Maraş’ta mücadele istasyonları kuruldu. Gezici ekiplerle tarama yapılarak trahoma yakalananlar tedavi edildi.
Cumhuriyetin ilk yılından itibaren yurdun her yanında halka parasız hizmet veren devlet hastanelerinin ve dispanserlerin sayısının artırılması çalışmalarına başlandı. Devlet tarafından açılan hastane ve dispanser sayısındaki gelişmeleri gösteren tablo aşağıdadır.
Cumhuriyetin kurulduğu yıl Türkiye aralıksız on yıl süren savaşlarda ekonomik kaynaklarını tüketmiş; köyleri, kasabaları, kentleri ve tarım arazileri savaş yıkımına uğramış ve savaşların neden olduğu sosyal yaralarla bunalmış bir ülke görünümündedir. Sosyal yaraların başında Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarında verilen yaklaşık 800 bin şehidin geride bıraktığı yetim çocukların ve düşman işgalinden kaçmak için her türlü eşya ve kazanımlarını geride bırakarak göç eden milyonlarca insanın durumu gelmekteydi.
İsmet İnönü, Lozan Barış Konferansı’nın ilk günkü oturumunda Kasım 1922’de yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Bu dakikada bile hâlâ bir milyondan fazla masum Türk, Anadolu’nun ovalarında ve yaylalarında evsiz, ekmeksiz ve başıboş dolaşmaktadır.”
Cumhuriyetin kurulduğu yıl art arda yaşanan uzun savaş yıllarından arta kalan göçmenlerle, evsiz kalanlarla ve şehit yetimleriyle ilgili sorunlar kuşkusuz henüz çözüme kavuşturulmuş değildi. Cumhuriyetin ilk yılından itibaren bu sorunların çözülmesine öncelik tanındı. Herkesin evlerine dönmeleri; tarlalarına, bağlarına, bahçelerine çekidüzen vermeleri ve tüketici durumundan üretici duruma geçmeleri için yardım edildi.
Cumhuriyeti kuran Atatürk’ün önderliğinde onun yakın çalışma arkadaşları, 10 yıldır savaş yapan bir ülke devir almışlardı. Halkı zorluk içindeki devlet ekonomik yönden güçsüz, eğitim, sağlık yanında ekonominin her alanında sıkıntı yaşanmaktaydı.
Bu dönemde, Atatürk’ün yönlendirmesiyle ekonomik reformlar ve yatırımlar gerçekleşti. Atatürk, “Askeri zaferler, iktisadi zaferlerle taçlanmak mecburiyetindedir” diyordu. Sağlık konusuna özel önem verildi. Her ilde mutlaka bir devlet hastanesi, halk deyimiyle “memleket hastanesi” kurulmuştu. Ancak hastanelerin doktor, hemşire, araç, ekipman durumu yeterli değildi... Savaştan çıkmış Türkiye, verem, çiçek, kolera, veba, difteri, kuduz, tifüs gibi hastalıklarla boğuşuyordu. Bu hastalıklara karşı “sıtma savaşı”, “verem savaşı” gibi sloganlarla bilimsel savaş ilan edildi.
Türkiye’de doktor, hastane ve yatak sayısı yetersizdi. Bölgeler arası dengeler adaletsizliği vardı. Cumhuriyet hükümeti tüm bunların üstesinden gelmek için tıp fakültelerine ve tıp eğitimine önem verdi, doktor sayısı ve hastane sayıları yükseldi. 1928 yılında, Atatürk’ün direktifleri ile kurulan “Refik Saydam / Hıfzısıhha Enstitüsü” özverili, bilimsel çalışmaları ile tüm bu hastalıkları ölümcül olmaktan çıkardı. Yokluklar içinde serum, aşılar, ilaçlar üretti. Hatta ürettikleri serum ve aşılar, Çin’e ve diğer ülkelere yolladı. Ancak küreselleşmeciler, 2011 yılında Hıfzısıhha Enstitüsü gibi çok yararlı bir kurumu kapattılar. Bununla da yetinmediler, bütün devlet ekonomi kuruluşlarını haraç mezat sattılar.
DEVLET MÜDAHALESİ
Bu büyük salgın ekonomi politikalar yönünden bütün dünyanın yeniden düşünmesine vesile olacaktır. Kamusal önlemler birer birer geliyor. New York Valisi, “Tıbbi malzeme üreten bütün özel şirketler kamulaştırılmalıdır” diyor. Almanya, büyük şirketlere devletin ortak olma önlemlerini getiriyor. Yani devlet piyasaya ve ekonomiye müdahale ediyor. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, devletin ekonomik ve mali alana müdahalesi daha da etkin olarak devam edecektir. Türkiye’nin bu konuda daha önce geçirdiği bir deney vardır. Bu deneyden de başarılı olarak çıkmıştır.
Yarın bu deneyin temelleri üzerinde duralım...
SÜRECEK