Heraklitos, Barselona sokaklarında olsa
.
Enver Aysever1- Doğa filozofları gezerlerdi. Meraklı, son derece zeki çocuklar gibiydiler. Evrenin gizini çözmek için gözlem yapar, üstüne düşünce üretirlerdi. Heraklitos ise aynı dönemde evinden çıkmazdı. Öğrencileri: “Tüm filozoflar gezer, görür, fikir üretirken neden siz evde oturuyorsunuz” diye sorarlar. Bilge şöyle yanıtlar: “Heraklitos da benimle gelecek mi gezerken?” Öykü gerçek mi, uydurma mı, tam böyle mi bilmiyorum. Ama hoşuma gider. Ne zaman çok gezen birileri görsem, ya hiç düşünmeye zahmet etmediklerini ya da tersine yanlarına kendilerini de almak zorunda oldukları için çevreye bakmadan yol aldıklarını düşünürüm.
Yeni yıl tatili için Barselona’yı seçmemizin özel nedeni yoktu sanırım. Direnişçi kent olması belki ilk gerekçe olabilir. Bir Akdeniz kentini yabancı saymayız kendimize diye düşündük. Sıcak insanlar görür, lezzetli yemekler yer, ilgi çekici mimariyi gözler, farklı bir güzellikle tanışırız diye düşündük. Bir de elbette Picasso, Miro ve Dali var. Turistik de olsa Flamenko izlemek güzel olacaktır, diye de ekleyebiliriz. Ama ne çare, Heraklitos haklı işte. Nereye gidersek gidelim, bir anlığına bile kendini geride bırakmak mümkün değil.
2- Talihliydik, dostlarla birlikte aydınlık bir günde indik Barselona’ya. O güne dek hiç rastlamadığım biçimde rahat geçtik gümrüğü. Güler yüzlü polis “iyi tatiller” diledi. La Rambla Caddesi’ndeki otelimize vardığımızda kentin tam kalbinde olduğumuzu anladım. Geniş cadde sağlı sollu kahvelerle renklenmişti. Yeni yıl için ayrıca süslenmişti sanırım. Yürüyerek bir kenti gezmek, duyumsamak için en doğru yöntem kuşkusuz. Sahil kentleri birbirine benzer, Akdeniz havası solumaya başladık hemen. Cadde üstünde İstanbul vurgulu neredeyse üç, dört dükkâna rastladık. Biraz turistik olduğunu kabul edelim ama, yine de Katalanların tüm renkleri vardı çevremizde. Kaç zamandır, özgür ve amaçsız davranmayı özlemişim. Bazısı pek de başarılı olmayan, çocuksu ve şımarık şakalar eşliğinde yolla koyulduk.
Belgesellerde gördüğüm La Boqueria Pazarı burnumuzun dibindeymiş, hemen daldık içeri. Bizdeki “Balık Pazarı” benzeri, çok daha büyüğü rengârenk bir pazardan söz ediyorum. Her tür deniz ürünü tezgâhlarda yerini almış. Kimi ayaküstü yeniyor, dileyen evine alıyor, eğer sabrınız varsa bir tabure bulmak da mümkün. Doğrusu çeşit çeşit ekmeklerde aklım kaldı. Meyve zenginliği şaşırtıcıydı. Belli ki gezenlerin bir kısmının turist oldukları biliniyor, onlara göre özel paketlenmiş, tasarlanmış çeşitler en öne konmuş. Yeni lezzet denemek için biz de iki külah deniz ürünü aldık, ayaküstü tattık. İlk yemeğimiz oldu.
3- Sahile vardığımızda bizim kentlerimize benzer iklimi, görüntüyü hemen fark ediyor insan. Meydanların genişliğini kenara koyarsak, güzel bir Antalya öğle sonrası yaşar gibiydik. Göçmenler orada da seyyar satıcı olarak ve belli ki kaçak halde, açmışlar tezgâhları. Afrikalı olduklarını anladığımız bu insanlar, saatler, takılar, ucuz tekstil ürünlerini satmaya çabalıyor. Kimi yanınıza gelip, kırık dökük İngilizce ile meramını anlatmaya çalışıyor. Turistler, göçmenler, yerli halk bir arada. Yolların genişliği, tenhalığı şaşırtıcıydı.
Bir kahvede soluklanma molası verdik. Küçük bir grup eylem yapıyordu. Şili’de insan hakları ihlallerine yönelik yürüyüşü izledim. Dünyanın her yanı adaletsizlik karşısında kıpır kıpır! Mimarisi olağanüstü güzel kentin balkonlarında Katalan bayrakları asılıydı. Belli ki direniş sürüyor, bağımsızlık talebi ısrarla gündemde tutuluyor. Siyasal denklem hayli karışık... Sürgün hükümetin ne kadar destek gördüğü tartışma konusu. İspanya sağının tavrı belli de, solunun da kafası pek saydam değil anlaşılan. Halkın bu sessiz direnişini hissetmemek mümkün değil.
4- İlk gençliğimde Alan Parson Projeckt’in albümde duymuştum ilk kez La Sagrada Familia Bazilikası’nı. Gaudi adına da orada rastlamıştım. Bir kente kimlik vermenin ne demek olduğunu anlıyor insan etkileyici yapıyı görünce. Gaudi sadece yüzde yirmisini inşa etmeyi başarmış yaşam sürecince. Yapımı hala sürüyor. Farklı yaklaşımların bir arada olduğu kilisenin dışarıdan görünüşünden çok daha etkili içi... Çağının aykırı ismi Gaudi, bir süre burada yaşamış anlaşılan. Bir ömür, ancak Tanrı’ya adanarak bu biçimde sürdürülebilir. Doğrusu benim anlayabileceğim bir çaba değil. Katalanlar Gaudi’nin 100. yaşında kiliseyi tamamlamayı hedefliyor. Olacak gibi görünmüyor pek, sanki her an ilave edilecek yeni bir unsur bulunacak gibi kiliseye.
Aynı gün Gaudi’nin hayli ilginç tasarlanmış, başarıyla inşa edilmiş Casa Batllo’yu da gördük. Sanki içinde yaşamak için değil de gezilsin, görülsün diye yapılmış; izlemek, içinde oyun kurmak için kurgulanmış bina. Kentin geleneksel düzenine itiraz eden, hınzır biçimde karşımıza dikilen bir apartman! Geniş avlusu, şahane terası, kullanım alanlarıyla akılda kalıyor. Bir dönem içinde yaşayan Batllo ailesine imrendim doğrusu. Hoş böyle bir yerde nasıl davranır insan o da ayrı soru.
Ancak Gaudi’yi tamamlayan eser kanımca Park Güell. Girişindeki Hansel ve Gretel evlerine benzetilen iki yapı, mimarın nasıl renkli, oyuncu dünyası olduğunu gösteriyor. Parkın geniş kullanım alanı, oraya kimlik veren Gaudi dokunuşları, kenti tepeden görmenin güzelliği akılda kalıyor. Gaudi’yi çıkarsak Barselona kimliğini yitirir. Gaudi’nin dehasını gören Eusebi Güell’i de burada anmak gerek. Zevkli, öngörülü bir zenginmiş.
5- Picasso Müzesi gezisi ressamın Paul Eluard ile arkadaşlığının tüm ayrıntılarını görmemiz açısından ayrıca etkileyici oldu. Müze bu sergiyi konuk etmiş, biz de tanıklık ettik. Picasso’nun ilk döneminden son çalışmalarına dek olan süreci izlemek heyecan verici! Politik tavrını yakından gözlüyorsunuz, ki bunu bilmeden resimleri kavramak olası değil. Doğrusu gezinin en heyecan verici yanı şairin, ressamla yazışmalarının özgün hallerini görmek oldu. Yaşanmışlık izi sarsıcı! Duyarlılıkları, itirazları, isyanları, çaresizlikleri hepsine tanık olmak etkileyici... Dönem fotoğrafları, filmler iyice içine alıyor izleyiciyi. Picasso’nun Eluard’ın ölümü ardından uzun süre kendine gelememesi, dostluğun gücüne bakınca şaşırtıcı değil. Barselona’dan kalan en güzel anı oldu o anlar.
6- Neticede turistsin, oralara kadar gitmişken Flamenko izlememek olmaz. Dedim ya talihimiz yaver gitti bu gezi boyunca. Otelimizin yanında Teatre Poliorama’da Juan Gomez’in (Ki kendisi olağanüstü bir gitarcı) yönetiminde şahane bir gösteri izledik. Avrupa’da ucuz, hatta bayağı gösterilerden sıyrılmanın yolu, güvenilir, kimlikli salonları takip etmek. Hem müzisyenler, hem dansçılar müthiş sanatçılardı. Adım başı rastlanan gösterilerin tuzağına düşmemek gerek.
Çıkışta gösterinin keyfiyle kendimizi Plaça Reial’e attık. Şehrin önemli meydanlarından biri burası, çepeçevre birbirinden güzel lokantalarla dolu! Yeni yıla da orada girdik. Elbette oralara kadar gidince paella yemeden olmaz. Yalnız şu tapas işini anladım diyemem. Bizim meze tabaklarına tapas diyorlar. Pek özgün, cazip lezzetlere rastlamadım doğrusu. Tuncay, De Tape Madre diye bir yere götürdü bizi. “Annemin yemeği, mutfağı” gibi bir anlam taşıyor. Orada lezzet iyiydi ve her yerde şahane şaraplar içtik.
7- Tasarım cenneti Barselona sokaklarını çok sevdim. Günün büyük kısmını Gotik Quarter bölgesinde geçirdik. Her dar sokak, olağanüstü güzellikte meydanlara açılıyor. Doğrusu keyif aldığım, mutlu olduğum geziydi. Ama başa dönersek Heraklitos’a hak vermemek mümkün mü?
İnsan bir kez sorumluluk duygusu yüklendi mi, kendini bir yere ödünç bırakamaz.