Her türlü önyargıdan uzak

Fiziksel bir fenomende bu daha kolay anlaşılabilir bir durumken, psişik fenomenlerde işler biraz daha karışık gözüküyor.

Alper Hasanoğlu

Schopenhauer ve Nietzsche, daha sonra birbirlerinden ayrılan ama birçok ortak noktası olan farklı yöntemlerle felsefeye insanı tekrar sokan filozoflar olarak görülebilirler. ‘Yaşama istenci’ ve ‘güç istenci’ başka başka açılardan insana kendi hayatının öznesi ve nesnesi olduğunu göstermeleri açısından önemlidirler. Bu düşünme biçimleri onları birer yaşam filozofu yapar. Biri, Schopenhauer çok kötümserken, diğeri, yani Nietzsche yaşama her şeyiyle evet demenin yolunu bulmaya çalışır. Bu anlamda felsefi antropolojinin de yolunu açmışlardır. 

Alman filozof Brentano da yönelimsellik kavramıyla – Intentionalität – insanın bir başka insana yönelmişliğini felsefesinin temeline oturtarak bir yandan fenomenolojinin kapısını aralamış, öte yandan bir insanın kişi olmasının handiyse ancak bu yönelmişlik aracılığıyla mümkün olduğunu söylemiş olur bir anlamda. Brentano’nun psikoloji zemininde oluşturduğu tanımlayıcı fenomenolojiyi 20. yüzyılda kuran isim Edmund Husserl olmuştur. 

Brentano, pozitivizmin o dönemde baskın felsefe olmasının da etkisiyle psikolojiyi bir doğa bilimi olarak tanımlamakta ısrar etmiş ve handiyse felsefeyi psikoloji olarak görmeye kadar vardırmıştır işi. Felsefeden uzak durmak gerektiğini ısrarla yıllarca iddia eden Sigmund Freud’un bu tavrında, kendisinin de pozitivizm etkisi altında olmasının yanında üniversitedeki felsefe derslerini Brentano’dan almasının büyük etkisi var gibi görünüyor. 

Husserl başka bir yol izlemiş,  felsefenin kesin bir bilim olmasının yolunun fenomenolojiden geçtiğini vurgulamıştır. Brentano’nun tanımlayıcı psikolojisinin olduğu gibi, Husserl’in fenomenolojisinin de temel kavramı olan yönelimsellik, bilincin her zaman bir şeyin bilinci olduğu anlamına gelir. Yani bilinç bir şeye yönelip onu anlamaya çalışmadığı müddetçe bilinç değildir. Bilincin varolması için yöneleceği bir fenomene ihtiyacı vardır. Bu, neredeyse Martin Buber’in, “ben sen’de oluyorum,” olarak ifade ettiği, günümüz psikoterapi terminolojisinde insanın kişi olması için gerekli olan intersubjektivite, yani özneler arasılık kavramına işaret etmektedir. Bilincin kasıtlı olarak bir şeye, ötekine yönelmesiyle Bowlby’nin bağlanma teorisi arasında da bir bağ kurmak mümkün görünüyor. Bağlanma teorisine göre, yeni doğan bebek genetik olarak ötekine bağlanmaya eğilimlidir. Kohut’un, bebeğin bir benliğe sahip olabilmesinin, “annesinin gözündeki ışıltı”yla mümkün olduğunu söylemesi, başka bir bakışla bu yönelimselliğe işaret eder. 

Brentano’nun doğrudan fiziksel ve psişik şeylere yönelim olarak kullandığı bu kavram Husserl’de biraz daha kapsamlı bir boyut kazanmış ve bilincin fiziksel ve psişik şeylerin anlamlarına yönelim olarak tanımlanmıştır. Bilincin handiyse zorunlu bir şekilde bir şeye yönelip onu anlamlandırma çabası onun tam algı – Apperzeption – olarak adlandırdığı özelliğin ortaya çıkmasına yol açar. Örneğin bir kuşun tek kanadını gören kişi zihninde onun ikinci kanadını da var ederek gördüğü şeyin bir kuş olduğunu algılar. Bu hem bir deneyim hem de bir önsezi olarak anlaşılmalıdır. 

Çizen: Özge Ekmekçioğlu

Fiziksel bir fenomende bu daha kolay anlaşılabilir bir durumken, psişik fenomenlerde işler biraz daha karışık gözüküyor. Çünkü psişik fenomenlerde, örneğin duygularda, devreye kişinin kendi yaşantıları, hayatında edindiği yargılar ve önyargılar ve belirsizliği ortadan kaldıracak bir açıklama yapabilmesi için kategorizasyon ihtiyacı devreye girer. Bu da psişik fenomenlerin neyse o olarak görülebilmelerinin önündeki engeldir. Bu durumda Husserl’in paranteze almak dediği, yapması oldukça zor ve belki de imkansız olan yeti devreye girer. 

Şeylerin özünün görülebilmesi anlamına gelebilecek fenomenolojinin önemi, karşımızdaki insanı, üstelik bu insan varolan psikopatolojisi nedeniyle mantıkdışı değerlendirmeler yapıyorsa, daha da çok artar. Çünkü psikopatoloji bilgimizle o kişiyi hemen belli bir tanı kategorisine sıkıştırırz. Oysa o kişi yalnızca sahip olduğu semptomlar değildir. 

İşte burada devreye Ludwig Binswanger’in Dasein Analizi girer. Bu da birçok başka yazının konusu…