Hayatta yalnızca vazgeçmeyenler kazanır
Erdem Yener, Mahsun Kırmızıgül'ün yeni filmi “Mucize”de Celal karakterini canlandırıyor. Yaşanmış bir hikayeden yola çıkılarak yazılan film 60'lı yılların Türkiye'sinde geçiyor. “Mucize” o günden bugüne değişmeyen Türkiye'nin de tanığı. Yener ise Türkiye'de her güne yeni bir hayal kırıklığı düşse de hayatta yalnızca vazgeçmeyenlerin kazandığını söylüyor. Bu yüzden de umutlu.
Ali Deniz Uslu / Cumhuriyet
Erdem Yener hız kesmiyor. “Güldür Güldür” devam ediyor, "Mucize” beyazperde de, merakla beklenen filmi “Çarşı Pazar” yolda, albüm de bu yıl gelecek gibi görünüyor. Yener kalbinden ne geçiyorsa yalnızca onu yapıyor, sonuçlarına da katlanıyor. Neyse ki hayallerini öldürmeyenlerden, onlar için çalışmaya devam ediyor. Proje tasarımını yaptığı filmi “Çarşı Pazar” da bu hayallerden. “Çarşı Pazar”, kendi halinde mutlu yaşayan esnaflardan oluşan küçük bir çarşının, AVM'ye dönüşme sürecindeki mücadelesini anlatan bir Anadolu komedisi.
Erdem Yener'le “Güldür Güldür”ün provalarında buluştuk. Mahsun Kırmızıgül'ün yeni filmi “Mucize”yi, rolunü ve hayatı konuştuk. Yener günümüzde insanları eleştirmek yerine saldırmayı tercih ettiğini söylüyor. Mutsuz çoğunluk ise susuyor. Sansür ve otosansürün hızla yayıldığına dikkat çekiyor. İletişim çağı diye naralar atarken herkesin birbirine olan mesafesinin giderek arttığının da farkında. Ama o zırhını kuşanmış, tüm bu olumsuzluklardan kendini korurken derdini anlatmayı başarıyor. İşte hikayenin gerisi...
- “Mucize” filmine nasıl dahil oldunuz, nasıl başladı bu serüven?
Mahsun Kırmızıgül ile dostluğumuz zaten vardı, Boyut Film ile bir Sit-Com yapmıştım, fırsat buldukça görüşüyorduk. “Mucize”de Celal karakteri için konuşmaya başladık. Filmin bir parçası olmamı istedi ve rolü yaratmam için bana geniş bir alan tanıdı. Mahsun kolektif çalışmayı seven biri, ben de oturdum yazdım Celal'i. Biraz yanımda taşıdım, başkalarıyla tanıştırdım. Yazan ve yöneten biri bu alanı her zaman sağlamaz, Mahsun'a bu anlamda çok teşekkür ediyorum.
-Çekimler nasıl geçti?
Kars'ın Kağızman İlçesi'nin Taşbilek Köyü'ne gittik. Orada kalacak yer yok, her gün Kars'a gidip geliyorduk. Rakım 2400! Hava o kadar temiz ki biraz yürüyorsun nefesin kesiliyor, sürekli açız ve deli gibi yemek yiyiyoruz. İki aylık çekimlerde iki kere İstanbul'a geldim. Karlı sahneler için şubatta tekrar oradaydık. Eksi 38 derecede çekim yaptık. Şimdi buralara kış geldi diyorlar ya anla sen! Orada ciddi bir tehlike atlattım. Ellerim dondu! Set durdu, ambulans geldi, ellerim morardı bildiğin. Sekiz ay boyunca üç parmağımda hissizlik yaşadım sonrasında. Şimdi iyiyim. Nasıl oldu onu da anlamadık, işe öyle konsantre olmuştuk ki “ha bitti sahne, bitecek” derken dalmışız ve soğuk jilet gibi kesmiş fark etmeden.
-Celal nasıl bir karakter?
Celal gözlemlerimden oluşmuş, bu toprağın insanı. Komik, saf, temiz ve kendi halinde. Köydeki herkesten farklı olarak iki yıl okula gitmiş, sırf bu yüzden kendini üstün, daha kültürlü görüyor. Birkaç kere köyün dışına çıkmayı da başardığından dünyayı tanıdığını iddia ediyor, kendini gezgin biliyor. Bakımlı da, elinden tarağı düşmüyor. Lakabı “Fiyakalı”. Aslında saf, ciddiye alınmıyor. Filmin derdi de bir insana emek verildiğinde, önyargılar ortadan kaldırıldığında neleri değiştirebileceği, aşkın gücünün dünyayı durdurup, döndürebileceği. Hikaye zaten gerçek, işte mucize de burada.
-Sizin bir mucizeniz var mı?
Bilmem, sanırım eğlence sektörünün bir parçası olduysam bu Micheal Jackson yüzündendir! Benim mucizem de 1986 yılında “Pop Saati” izlerken “yeni 45'liği ile huzurlarınızda Michael Jackson-Bad” dendiği andır. “Aha bu olacağım ben demiştim”. Bu hayal beni bugüne getirdi.
-Ya aşk var mı?
Evdeki oyun konsolumla aşk yaşıyorum! Arayışım yok, klişe ama kısmet. Hayatta en büyük hayalim baba olmak, en büyük hayalim evlenmek değil. İkisi aynı gibi görünse de demek istediğim farklı. Aşık olup evlenmeyi, baba olmayı elbette çok isterim. Bir paniğim, acelem yok bu anlamda. Babam benim hayattaki en büyük kahramanım, onun çeyreği kadar bir baba olsam bana yeter.
-“Mucize” 60'lı yıllarda geçiyor. Ama sanırım Türkiye'de o günden bugüne yine değişen bir şey yok?
Evet, film 1960'lı yıllarda geçiyor. Köyde su yok, elektrik yok. Biz çekimi 2014 yılında yaptık hala su yok, kanalizasyon yok. Arada elli yıl var, her şey aynı. İşte birilerinin bunları ısrarla anlatıyor olması lazım, göze sokuyor olması gerekli. İnsanlar bu yoksunluktan şehirlere kaçıyor ama ne şehiri seviyor, ne de geri dönebiliyor. Şehirliler de onları “ötekileştiriyor”. Türkiye'de siyaset vicdanı eziyor çoğu zaman. Değişmeyen gerçeklerden biri de bu.
Şimdi çoçuklar hayatı geç öğreniyor
-Ülkedeki duvarlar yükseliyor, özgürlükler daralıyor. Nasıl hissediyorsun bu anlamda?
Mutlu değilim, mutlu olmayınca da içimden bir şey yapmak gelmiyor. İnsanlar birbirini eleştirmiyor, saldırıyor. Bir kısmı zaten hiç konuşmuyor. Artık “benim istediğim gibi yap, bunu yap” komutları var. Bu günlük hayata sızdı. Dikte ile yönlendiriyoruz kendimizi ve bu beni daraltıyor. Otosansür çağımızın vebası, linç bir adım ötede. Ben de kendimi frenliyorum kendime rağmen. Yalnızca politik söylemler için de değil bu, hayata ve ülkeye dair herhangi bir eleştiri, serzeniş ve sonrasın gelen tepkiler büyük bıkkınlık. Paylaşımın kalitesi ve içeriği yerle yeksan. Miden bulanmasın diye susuyorsun, elbette bunu övünerek söylemiyorum.
- “Sokakta büyüdüm, sokak süpürgesiydim” diyordunuz şimdi sokaklar tehlikeli.
Sokak ve mahalle kültürüyle kolektif yaşamı küçük yaşta keşfediyorsun. Şimdi çocuklar apartmanlara tıkılmış durumda, ya da kale gibi korunan sitelerde.Okulda da paylaşım kısıtlı, işte gençler üniversitede tüm bu bulantıları kusup kendilerini dağıtacaklar, hayatı tanıyacaklar. Hayat beklemez, hemen iş hayatı ve bitmez bir koşturma. Sokakta geçen çocukluk hayatı erken tanımaktır, insanları, bu dünyayı, duyguları... Şimdi çocuklar hayatı çok geç öğreniyor. Eskiden ne için, niye ve nasıl kavga edeceğini de sokakta öğrenirdin. Şimdi kavgalar bile çirkin, ağız dalaşları seviyesiz. Zaten insanlar yüzyüze bakarak kızgınlıklarını, kırgınlıklarını anlatsalar sorunlar kolay çözülecek. Herkes birbirine çok uzak, en kötüsü severken de bu böyle...
Yeni albüm bu yıl gelecek
-Ankara-İstanbul macerasının neresindesin bu arada?
İyi mi kötü mü bilemiyorum ama artık İstanbullu oldum. Ankara'da nahiftik, hayallerimiz vardı. Hayal kurmaktan çalışmaya fırsatımız yoktu, şimdi çalışmaktan hayal kurmaya zamanımız yok. İstanbul iyi bir kaybedenler şehri, ben de hayallerimle geldim ve biliyorum ki hayatta yalnızca vazgeçmeyenler kazanır. Yapmayı çok sevdiğim için değil, yapmaktan vazgeçemediğim için yapıyorum her şeyi. Beni çemberin dışına çeken bu . Herkes yola bir şey yapmak için çıkıyor elbette. Hayaller bozuk pusulalar da olabilir. Yine de hiç vazgeçmeyi düşünmedim, umutsuzluğa kapılmadım. Hayal kırıklığı çok yaşadım. Şimdi de her güne bir hayal kırıklığı düşüyor. İşler büyüdükçe insanların yerlerini, konumlarını korumak için nasıl vahşileştiğini, saldırganlaştığını gördüm. Buna tanık olmak beni korkuttu.
-Aşabildin mi bu korkuyu ya da nasıl başa çıkıyorsun?
Bunun panzehiri yok. Kötü şeylerle mücadelenini yolu, kötü ile mücadele etmek değil onun varlığını kabul etmemek. Ben buna inandırdım kendimi. Hayatında yoksa seni kıramaz, üzemez. Benim zırhım bu. “Bir de kalbinden ne geçiyorsa onu yap ve sonuçlarına katlan” diyorum sürekli kendime.
-Sizi izliyoruz ama dinlemek isteyenler de çok. Peki size hangisi daha yakın?
Oyunculuk ekip işi. Ne yaparsan yap bu değişmiyor. Müzik fazla bireysel, kaçıp gitmek gibi. Elbette müzik sahnesinde de tek değilim ama onun ruh hali daha farklı. Müzik yana diğer işler bir yana. Müziği ihmal ettim, hakkını vereceğim. Şuan iki film var gündemimde, sisteme girdiğinde sistem seni hiç boş bırakmıyor. Yaşamam gereken bir de hayat var tabii. Durumda şikayetçi değilim, yalnızca zamanla konusunda ince eleyip sık dokuyorum. Bu yıl sonuna kadar albümü de çıkaracağım!
“Çarşı Pazar” yakında
-Yeni filmin “Çarşı Pazar”dan bahsedelim biraz da. Şubat ayında gösterime girecek sanırım.
Boyut Film ile yaptık onu da, ben filmin proje tasarımcısıyım. Aklımdaki fikri Mahsun ile birlikte geliştirdik “Mucize” setine girmeden önce. Murat Tokat da “dükkan senin at koştur” dedi. Kafamdakileri senaristlerle görüştüm, mizahımı ortaya çıkaracak bir yazar grubuyla anlaştım. Muharrem Gülmez de yönetmen oldu lakabı “Muko”. Tokat'ta çektik filmi.
-Nedir hikayesi?
Film çarşıda geçiyor, esnaf komedisi. Minik bir çarşımız var; nalburu, sünnetçisi, berberi, çaycısı... Özlenen mahalle çarşısı. Bir de hamam var, o da benim hamamım, tellağıyım tabii. Bir tane de kötü adam var, bu saf esnafı kandırıyor “bu çarşıyı yıkacağım yerine AVM yapacağım, içinde de sizlere dükkan vereceğim” diyor. Bunlar da saf inanmışlar ama akıllarında soru işaretleri var. Nalbur, hamam sahibi ve sünnetçinin aklına yatmıyor AVM'de bunlar olmaz diye! Çaycı ise çaycı zinciri kurmak için hayallere dalıyor. İşte burada mücadele başlıyor, güzel bir Anadolu komedisi. Koca koca insanların para ve çıkar uğruna küçük ama güzel hayatlara müdahale etmesini anlatan sıcak bir film.