Hayatı eve sığdırmak

Bir süredir evden çalışma düzenine geçtik. Bundan birkaç ay önce “İşe gitmeyeceksin evden çalışacaksın” deseler sanırım zil takıp oynardım. Ama sevmedim evden çalışmayı ben. Neyse… Evde geçen zamanı ve hayatı eve nasıl sığdırmaya çalıştığımı anlatayım size biraz.

Alper İzbul / Aksak Dünya

Sabah yataktan kalkıp salondaki dizüstü bilgisayarın karşısına geçtiğimde işe gelmiş oluyorum. Yani işyerine giden yol sadece bir koridor. Yol üzerinde bir banyo, bir de mutfak var. Yürüyüş için hiç çekici bir yol değil aslında. Ayrıca mutfak aynı zamanda işyerinin yemekhanesi ve çay ocağı oluyor mesai saatlerinde. Ama yataktan kalkıp salona gelene kadar yol üzerindeki bir kafe gibi hayal ediyorum. Böylece yolu kendime çekici kılmaya çalışıyorum.

Sürekli öten mesaj sesi

Ayrıca kalkar kalkmaz oturmuyorum tabii ki bilgisayarın başına. Kafeden kahve ya da çayımı aldıktan sonra önce işyerimin biraz ilerisindeki televizyonu ve kanepeleri olan sosyal tesise uğruyorum. Yani salonda televizyon karşısında kahve keyfi yapıyorum. Telefondan sosyal medyaya bakıyorum, ev içine sığan hayatımdan paylaşacağım bir şey varsa paylaşımlarımı yaptıktan sonra işimin başına geçiyorum. 

Gazetedeki arkadaşlarla koordinasyonu Whatsapp üzerinden sağlıyoruz. Mesai saatlerinde telefon o kadar çok titriyor ki sanırsın parkinson olmuş. Sesini kıstım çünkü çıldırabilir insan sürekli mesaj geldi diye öterse. Titreşim bir nebze iyi. 

Sonra mesai saatleri boyunca gazetede ne yapıyorsam onu yapıyorum. Tabii evden çalışmanın getirdiği teknik farklar var ama şimdi onlarla sizi sıkmayayım burada. Sonuçta mesai bitiyor ve ben bilgisayarı kapatıp oturduğum sandalyeden kalktığımda işten çıkmış oluyorum. 

Evet, lütfen!

Tabii ki akşam yemeği saati de gelmiş oluyor. Hemen koridorun başında dikilip bugün evde mi yesem, yoksa ocakbaşında falan mı diye düşünüyorum. Evde yemeğe karar verirsem mutfağa dalıp ayaküstü bir şeyler atıştırıp hallediyorum yemek işini. Eğer canım ocakbaşı istediyse ve tabii ki tedarikliysem genelde salondaki camın önündeki küçük masa tercihim oluyor. Zaten dükkana girer girmez, “Her zamanki yerinizi mi hazırlayalım efendim” diye soruyorum kendime ve “Evet lütfen” diye yanıtlıyorum. 

Yerimi hazırladıktan sonra aynı zamanda garson olan kendim önce rakımı koyuyor. 

Sonra da kendime tabii ki yine tedarikime göre siparişimi veriyorum: “Köz patlıcan ama sadece sarmısak ve zeytinyağı olsun, az kasap köfte, varsa yanına da yarım porsiyon kanat, bir de sizin şu ızgarada pişirip nar ekşisiyle yaptığınız arpacık soğanlardan olsun. Az bir şey de beyaz peynir.” 

Siparişimi verdikten sonra yine kendime “Tabii efendim” deyip mutfakta başlıyorum hazırlamaya. Patlıcanı, arpacık soğanı közle, zaten adam rakıya başladı peyniri önden ver, sarmısak soy, hadi şu adama bir güzellik yap, birkaç diş de sarmısak közle, bunlar közlenene kadar şu kanatları terbiyele… İş bir uzuyor, bazen kızasım geliyor personele “Nerede kaldı benim yemek, rakının yarısını peynirle içirdiniz bana” diye ama anlayışlı adamım, susuyorum ki keyifle pişirsinler, hazırlasınlar yemekleri. Yoksa lezzetli olmaz. Sonunda yemek de geliyor zaten. 

Kanepeye geçince eve gitmiş oluyorum

Yemeği de yedikten sonra “bari artık eve gideyim” deyip kalkıyorum ocakbaşından. Hemen arkamdan personel topluyor masayı. Masa toplama işi bitip kendimi kanepeye atınca da eve gelmiş oluyorum. 

Kısacası 60-70 metrekare içinde sabah kalkıp işe gidiyorum, yolda kafeye uğruyorum, sosyal tesiste takılıyorum, akşam canım isterse ocakbaşına gidiyorum, saat 22.00-22.30 gibi de eve geliyorum. Zaman geçirecek bir şeyler bulursanız biraz da hayalgücü katınca, hayat gerçekten eve sığıyor arkadaşlar. Ama mümkünse çok uzun süre de sığmasın. Bu arada abajurun hepinize selamı var.