‘Hayallere Yolculuğun’ ödülü

Gazeteci ve belgeselci Hasan Söylemez, Afrika’nın devasa çölünde çektiği filmle İngiltere’den ödül aldı

Orhun Atmış

“Afrika’da bir belgesel yapımcısı, gezgin değil ‘yolcu’, özgür ruh, iflah olmaz hayalperest, diğer çocuk...” Hasan Söylemez’in Twitter’daki profilinde kendisini tanımladığı sözler bunlar. Yaptığı işlere biraz göz attığımızda ise bu tanımların fazlasının olup eksiğinin olmadığını görüyoruz. Söylemez, bundan üç yıl önce “Bisikletle Afrika’nın 54 ülkesini gezip bu ülkelerin belgeselini çekeceğim” diyerek yola çıktı. “Hayallere Yolculuk” ismini verdiği belgesel serisi sadece kendi hayallerinin yolculuğunu temsil etmiyordu tabii ki. Gittiği her yerde o ülkenin insanlarına hayallerini sordu, amacı “Afrika’nın hayal arşivini” oluşturmaktı...

Ardından bir gün internette bir fotoğraf gördü, Nuh’un gemisini andıran, çölde ilerleyen kamyonun fotoğrafı. Arkaplanını da araştırınca “Ben de o kamyonda olmalıyım” diye düşünüp belgeselini çekme fikrini kafaya koydu. “Tenere” ismini verdiği belgeseli tek başına, her yıl Akdeniz’de ölen mültecilerinin iki katının yaşamını yitirdiği, Türkiye’nin yarısı büyüklüğündeki Tenere Çölü’nde çekti. O belgesel “En İyi Belgesel”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Görüntü Ödülü” dallarında aday olduğu Manchester Film Festivali’nden “En İyi Görüntü Ödülü” alarak döndü. Belgesel festivallerde yarışmaya devam edecek, etkinliklerde seyirciyle buluşacaktı ancak koronavirüs bu planların ertelenmesine yol açtı. Söylemez, belgeselin ne zaman beyazperdede olacağıyla ilgili, “Koronavirüs her şeyi altüst etti. Festivaller, etkinlikler iptal oldu. Büyük bir belirsizliğin içindeyiz. Her şey koronaya bağlı” diyor. Bu arada İngiltere dönüşünde kendisini karantinaya alan Hasan’ın test sonuçlarının negatif çıktığını ekleyelim. Gerisini ve detayları da kendisinden dinleyelim.

UZUN ALKIŞLAR...

* Tenere’nin Manchester Film Festivali’nde 3 adaylık, bir de ödül almasını nasıl değerlendirirsin? Ödülün En İyi Görüntü ödülü olması hakkında ne düşünüyorsun?
Öncelikle festivale kabul edilebilmek için binlerce film arasından seçiliyorsunuz. Hem kabul mektubu alıp hem de en iyi belgesel, en iyi yönetmen ve en iyi sinematografi dallarında aday gösterildiğimi öğrendiğimde mutlu bir şaşkınlık yaşamıştım. Festivallerde genelde çok iyi filmler yarışıyor. Ve birçoğu kalabalık ekiplerle çekiliyor. Festivale de ekipçe geliyorlar. Benim bir ekibim yoktu, Tenere’yi tek basıma geçtiğim gibi festivale de tek başıma gitmiştim. Diğer profesyonellerin arasında ne kadar şansım olabilirdi diye düşünüyordum. Ödül törenine de filmi izlemeye gelen ve orada tanıştığım bir izleyicimle gittim. Sahnede ‘’en iyi sinematografi Tenere’’ diye anons yapıldığında duygulandım tabii ki. Salondakiler benden daha çok sevinmişlerdi. Ödülü alıp sahneden inene kadar alkışladılar, yerime oturmaya gittiğimde hiç tanımadığım insanların sevinçle bana sarıldığını hatırlıyorum. Yaptığım işin böylesine ilgi ve takdir görmesi müthiş bir duyguydu.
* Hakikaten çölde, durmadan ilerleyen bir kamyonu takip etmenin zorlukları nelerdi teknik açıdan? Neler yıprattı seni?
Birbirine en yakın iki ağaç arasındaki mesafenin 400 km olduğu, Türkiye’nin yarısı büyüklüğündeki bu Tenere çölünü geçmeye çalışan herkes eşit koşullardaydı. İster bir keçi olsun ister bir göçmen ister bir asker. Eğer çölü geçmeye çalışıyorsanız kaybolma, susuzluk ve ölme riskiniz çok yüksek. Ben de Agadez’den diğer yolcularlar birlikte yola çıkarken tıpkı onlar gibi hazırlık yaptım. Yanıma en az iki hafta yetecek kadar yiyecek ve su aldım. Nelerle karşılaşacağımı bilemiyordum, endişelenmedim ve korkmadım dersem yalan söylemiş olurum. Telefon zaten çekmiyor, çölden çıkana kadar kimseyle iletişim kuramıyorsunuz. Aklınızda hep acaba sorusu var. Acaba sağ salim bu çölü geçebilecek miyiz endişesi yaşıyorsunuz. Ölüm korkusu hiçbir şeye benzemiyor, yaşadığımız zorluklar ve 45 dereceyi bulan hava sıcaklığı da eklenince kalp atışlarınızın ritmi değişiyor. Yaklaşık on gün çölde kaldım ve bu on günde altı kilo verdim. İnsanın psikolojisi bozuluyor. Her yer birbirine benziyor, zaman ve boyut algınız değişiyor. Çölde kum dışında gördüğüm şeyler sadece araba mezarlıkları ve etrafa dağılmış yüzlerce araba lastiklerinden ibaretti. Nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Gece gündüz gidiyoruz gidiyoruz ama bir türlü varamıyoruz. Sürekli ya araba bozulursa ya suyumuz biterse ya kaybolursak ne yapacağız diye düşünüyoruz. Teknik açıdan da havanın sıcak olması elektronik cihazlara zarar veriyordu. Beş dakikadan fazla çekim yapamıyordum. Çünkü kameralar çok çabuk ısınıp kapanıyordu. Senaryosu yazılmış, bir sahneyi defalarca çekme şansı olan bir film çekmiyordum. Hadi şu sahne olmadı bir daha deneyelim deme lüksüm yoktu. Tek atımlıktı her şey. Ya yakaladım ya da bir daha yakalayamazdım. Kameranın tepe mikrofonu kırıldığında onu bantla yapıştırmak zorunda kalmıştım. Ancak hava öyle sıcaktı ki, bant eriyordu. Sonra gömleğimi kesip ip olarak kullanmıştım.

'MAD MAX GİBİ...'

* Filmi nasıl karşıladılar İngiltere’de? Yorumlar seni mutlu etti mi?
İngiltere’den önce Şubat ayında Amerika’da dünyanın en büyük siyahi film festivali olan The Pan African Film Festivali’nde Tenere’nin gösterimini yaptık. İki ülkede de gerek izleyiciden gerek eleştirmenler ve sinefillerden çok güzel geri bildirimler aldım. Tenere’yi farklı ve özel yapan şeyin göçmenlerle ilgili bilinmeyen bir hikayeyi anlatmış olmamdan, filmi tek başıma çekmemden, filmdeki Beşir karakterinden ve izledikleri görüntülerden etkilendiklerini anlattılar hep. Mad Max filminin gerçek hali diye yorumluyorlardı.
* Böyle bir belgesel filmin dünya medyasından da ilgi görmesi mümkün. Beklemediğin yorumlar veya tekliflerle karşılaştın mı?
Amerika ve İngiltere’de film hakkında radyo ve televizyonlara röportajlar verdim. Beklemediğim teklifler olmadı ancak başka festivallere davetler aldım. Ne yazık ki, Koronavirüs salgını bir anda dünyanın gündemini değiştirince festivaller de iptal edildi. Şu an hiç kimse önünü göremiyor, neler olacağını ilerleyen günlerde hep birlikte göreceğiz.  
* Bir de İngiltere dönüşü karantinadaydın. Neyse ki test sonuçların negatif çıktı. Nasıl geçti o 14 gün, için içini kemirmiştir herhalde…
İngiltere’den döner dönmez kendimi evde karantinaya aldım. 14 gün boyunca hiç dışarı çıkmadım. Mutfak ihtiyaçlarımı da arkadaşlarım alıp kapıya bırakıyorlardı. Karantinanın altıncı gününden başlayıp dokuzuncu gününe kadar yüksek ateş, halsizlik ve baş ağrısı şikayetlerim oldu. Aile hekimleri yurtdışında gelenleri her gün arayıp kontrol ediyorlardı, bu şikayetlerimi söylediğimde bana da Covid 19 testi yapıldı. Test sonuçlarını beklerken yaşadığım psikolojik git geller gerçekten yıpratıcıydı. Her türlü kötü senaryoyu düşünüyordum. Ya pozitif çıkarsa ve ciğerlerde kalıcı bir hasar bırakırsa ne yaparım diyordum kendi kendime. Neyse ki sonuçlar negatif çıktı. Şimdi de gayet iyiyim ve günlerim okuyarak, izleyerek bol bol düşünerek, boş boş oturarak, kendimi dinleyerek geçiyor. Alışkın değilim bu kadar uzun süre evde kapalı kalmaya. Bir bakıma da iyi oldu benim için. Çünkü yıllardır sürekli hareket halindeyim ve bir yerlere koşturma telaşındayım. Bu süreci de yaşadıklarımı sindirmek için doğru değerlendirmeye çalışıyorum.
* Afrika’yı özledin mi? Ne kadardır gidemiyorsun? Tekrar oraya dönüşün için planladığın şeyler var mı bu süreçte, neler yapacaksın döndüğünde?
Afrika’yı acayip özledim. Burnumda tütüyor kırmızı topraklı yolların kokusu. Tenere’nin post prodüksiyon çalışmalarına başladığımdan beri gidemedim Afrika’ya. Şu an istesem de gidemem. Çünkü koronavirüs Afrika’yı da etkisi altına aldı. Birçok ülke giriş ve çıkışları kapattı, bazı ülkelerde sokağa çıkma yasakları var. Umarım Afrika en kısa sürede en az zararla bu krizi atlatır. Virüsün orada yayılma ihtimalini aklımdan bile geçirmek istemiyorum. Afrika diğer kıtalara benzemez. Ekonomik ve sağlık sistemlerinin zayıf olması böylesine bir pandemiyi asla kaldıramaz ve tarihinin en büyük felaketini yaşayabilir. Ama umutluyum, erken ve sıkı önlemler alındı. Bu krizi de atlatacaklar. Her şey normale döndüğünde ben de Afrika yolculuğuma ve yeni belgesel çekimlerine kaldığım yerden devam edeceğim.

BELGESELLER DEVAM EDECEK

* YouTube “Hayallere yolculuk” belgesel serin devam ediyor... Orada insanlara “Hayallerini gerçekleştirmek için neler yapıyorsun” diye soruyorsun. Tenere senin gerçekleştirdiğin bir hayalin miydi? Sırada neler var?

‘’Hayallere Yolculuk’’, her ülkede bir bölüm olmak üzere Afrika’nın 54 ülkesinde 54 bölümlük bir belgesel serisi. Bugüne kadar Youtube kanalımda 10 bölüm yayınladım. Henüz yayınlamadığım yedi bölüm var elimde. Onların da kurgusuna çalışıyorum bir taraftan. Daha gideceğim 37 Afrika ülkesi ve çekeceğim 37 bölüm Hayallere Yolculuk belgeseli var. Tenere ise hiç hesapta olmayan uzun metraj bir belgesel film. Hayallere Yolculuk’tan tamamen farklı bir konsepti ve içeriği var. Bir buçuk yıl önce internette bir kamyon fotoğrafı gördüm, çölde çekilmişti, üzeri tıka basa eşyalar ve onlarca insanla doluydu. Öyle ki neredeyse kamyon bile görünmüyordu. Gerçeküstü bir fotoğraftı. Biraz araştırınca Nijer’de çekildiğini öğrendim. O halde Nijer’e vardığımda ben de böyle bir kamyonla yolculuk yapar ve benzer görüntüler çekerim diye düşündüm. Başta macera gibi geliyordu bana. Fakat kamyonla ilgili araştırma yaptıkça yapılan yolculuğun trajik hikayesiyle karşılaştım. Resmen bir ölüm yolculuğu yapılıyordu ve az kişinin bundan haberi vardı. Daha sonra bu hikayeyi tüm boyutlarıyla dünyaya anlatmam gerekir dedim ve Tenere’yi çekmeye karar verdim. Şimdi ise yine başka bir uzun metraj belgesel fikri üzerinde çalışıyorum. Bu defa Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yağmur ormanlarında yaşayan bir kelebeğin hikayesini çekmeyi planlıyorum. İçeriği hakkında fazla detay veremiyorum fakat emin olduğum bir şey var, o da çöldeki çekimlerden daha zor ve uzun süreceği. Bu filmin çekimleri muhtemelen iki yıl sürecek gibi.
* Belgesellere başladığından bu yana Afrika yolculuğun esnasında senin hayallerinde ne gibi değişiklikler, gelişimler, eklentiler oldu?
Bisikletle Afrika yolculuğu yapıp belgeseller çekmeye üç yıl önce başladım. Yolculuğumun başlarında odaklandığım tek bir şey vardı; bütün Afrika’nın 54 ülkesini üç yılda tamamlayıp Afrika’nın hayal arşivini oluşturmaktı. Aradan üç yıl geçmesine rağmen daha yeni Batı Afrika’nın 17 ülkesini tamamlayabildim. Hayallerimdeki en önemli değişiklik, hayallerime bir sınır koymadan ve zamana sıkıştırmadan her anı doya doya yaşayıp anlamam gerektiğini kavramam oldu. İşte tek bir alana odaklanmadan yolda keşfettiğin şeyler seni ve hayallerini beslemeye başlıyor. Bir süre sonra kalıplara sıkıştırdığın düşüncelerinden sıyrılıp gerçeklerle yüzleşmeye başlıyorsun. Her gün yeni şeyler öğrenip ne kadar eksik olduğunu anlıyorsun. Yollar sorular ve cevaplarla doludur. Yol devam ettiği sürece ben de bunların peşinden gidip öğrenmeye ve anlatmaya kararlıyım. Tıpkı planlarımda olmayan Tenere gibi. Tenere, hayallerimdeki değişim, gelişim ve eklentilerin en somut örneğidir.
* Belgesellerinde her şeyi kendin yapıyorsun, tek başına. Ancak zaman zaman kamerayı yerel halka verip onlardan da yardım aldığın oluyor. Nasıl karşılıyorlar bunu, tepkileri ne oluyor?
Öncelikle insanlar beni gördüğünde tatlı bir şaşkınlık yaşıyorlar. Çünkü beyaz bir adamın tek başına bisikletle dolaşmasına alışkın değiller. Gördükleri beyaz adamlar genelde dört çarpı dört arabalarla yanlarından hızla geçip gidiyor. Ama ben adım başı durup onlarla sohbet ediyorum, hikayelerini ve hayallerini dinliyorum, onlarla aynı dili konuşmaya çalışıyorum, bundan mutluluk duyuyorlar. Nereli olduğum veya kim olduğumun önemi kalmıyor artık. İnsan kimliğimle onlara yaklaştığımda karşılıklı bir güven oluşuyor. Benim onlara güvenip pahalı kameralarımı onlara teslim etmemle birlikte oluşturduğumuz dostluğun sorumluluğunu hissediyorlar. Hiç anlamamalarına rağmen çekimlerimde bana yardımcı olmaya çalışıyorlar. Özellikle etrafıma toplanan çocuklara kamerayı nasıl tutacaklarını, nasıl çekim yapacaklarını öğretiyorum. Acayip mutlu oluyorlar, onların gözündeki ışıkla belgesellerimi çekiyorum diyebilirim. :))


* Yaşadığın en büyük olumsuzluklar değil de, gördüğün, duyduğun en umut verici, güzel olaylar neydi Afrika yolculuğunda...
Aslında anlatacağım o kadar çok hikaye var ki, şimdilik sadece bir tanesini anlatayım: Gana’da 1500 km uzunluğunda bir nehir var, adı Volta Nehri. Bunun 400 km’lik bir kısmını kayıkla geçmek istiyordum. Ancak tek başıma yapamazdım bana eşlik edecek birini ve bir kayık bulmam gerekiyordu. Böylesine çılgınca bir fikri kabul ettirmek de elbette çok zor. Nehir kenarında Yeji diye küçük bir kasabadaydım. Nehir kenarında balıktan dönen balıkçıları izlerken sağlam bir kayığı olan bir balıkçıyı gözüme kestirip yanına gittim ve aramızda şöyle bir diyalog oldu:
-    Hey! Bu kayık senin mi?
-    Evet, benim kayığım.
-    Adın ne?
-    Kaiser.
-    Kaiser, bu kayıkla ne kadar uzağa gidebilirsin?
-    Çok uzağa.
-    Ne kadar çok?
-    Çok çok.
-    Akra’ya gidebilir misin? (400 km)
-    Hayır. İmkansız. Orası çok uzak!
-    Ama çok uzağa gidebilirim dedin, kayığın sağlam değil mi?
-    Sağlam ama Akra çok çok çok uzak.
-    Peki, sence bisikletle Fas’tan buraya gelinebilir mi?
-    Hahaha imkansız bir şey!
-    Bak Kaiser, Fas’tan buraya bisikletle geldim ben.
-    Sen delisin dostum!
-    Deli değilim. Hadi, seninle de bir ‘’imkansız’’ı başaralım. Kayıkla Akra’ya gidelim. Balıkçılıktan günlük ne kazanıyorsan, gidiş dönüş kaç gün sürerse sürsün her gün için kazandığının üç katını vereceğim. Yeme içme her şey bana ait. Ne dersin?
-    Gidebilir miyiz sence?
-    Sen istersen gidebiliriz bence.
-    Tamam. Yarın kaçta buluşalım?
-    Sabah altıda.
-    Anlaştık.
Ertesi sabah nehir kenarına gittim ama Kaiser ortalıkta görünmüyordu. Saatlerce bekledim gelmedi. Sonra evini öğrenip evine gittim. Beni kapıda görünce şok oldu, ne işin var burada dedi. Ben de asıl senin burada ne işin var hani yola çıkacaktık dedim. Meğer karısı, ‘’Seninle dalga geçmişler, aptal mısın, orası çok uzak kimse kayıkla oraya gidemez?’’ demiş.  Bu defa yarım saat dil döküp karısını ikna ettim. Ardından yolculuk için alışveriş yapıp bir sonraki gün sabah altıda nehir kenarında buluştuk. Kaiser yanında birini daha getirmişti. Bu beni arkadaşım Foster, o da bizimle gelecek dedi. Tamam sorun yok dedim ve üç kişi yola çıktık. Nehir yolculuğumuzun ikinci gününde Foster’ın morali baya bozuktu. “Neyin var?” dedim, “karım çok kızdı, yarin eve dön diyor” dedi. “E yola çıktığımızda ona söylememiş miydin?” Diye sordum. “Kaiser beni kandırdı, yolculuğun günlerce süreceğini söylemedi” dedi. Ben Kaiser’i suç ortağı etmiştim o da Foster’ı. Ancak kabul etmeyeceğini bildiği için ona yalan söylemişti. Neyse, yola devam ettik ve tam dört gün sonra Akra’ya vardık. Beni bırakıp tekrar geri döndüler. Ama daha hızlı gitmişlerdi beni aradığında dönüşün üç gün sürdüğünü söylemişti. Yolculuk boyunca sık sık onların şaşkınlığını izliyordum, hayatları boyunca unutamayacakları bir deneyim yaşıyorlardı. Kaiser’e neler hissettiğini sorduğumda; “Hayatımda hiç bu kadar uzağa gitmedim. Etrafta ilk defa yüksek dağlar gördüm. Bazen korktum bazen de farklı şeyler gördüğüm için heyecanlandım. Kendimi tamamen Tanrı’ya bıraktım. Bazen mutlu oldum bazen üzüldüm. İşte yolculukta hissettiğim seyler bunlardı. İyi ki beni ikna ettin’’ dedi.