‘Hasan Hüseyin’in Yaşamöyküsü’
Şair Hasan Hüseyin (1927 - 1984) bu dünyadan ayrıldıktan sonra eşi Azime Korkmazgil, birlikte geçirdikleri yirmi yılın tanıklığı ile onun yaşamına ve bıraktıklarına ışık tutmayı görevi bilerek yaşamöyküsünü kaleme aldı. Üç cilt olarak tasarladığı öykülemenin ilk kitabı Türküleri Yakanlar 1 adıyla, Temmuz 1995’de Prospero Yayınları’nca, Mart 2000’de de Gök Mavisi Bir Türkü adıyla Ceylan Yayınları’nca basılmıştı. Şimdi Kırmızı Yayınları üçüncü baskıyı gün yüzüne çıkararak kitabı okurla yeniden buluşturuyor.
Gökhan Ufuk Korkmazgil
MEKTUPLAR, TELGRAFLAR, TANIKLIKLAR...
Şair Hasan Hüseyin ( 1927 – 1984 ) bu dünyadan ayrıldıktan sonra eşi Azime Korkmazgil, birlikte geçirdikleri yirmi yılın tanıklığı ile onun hayatına ve bıraktıklarına ışık tutmayı görevi bilerek yaşamöyküsünü kaleme aldı.
Üç cilt olarak tasarladığı öykülemenin ilk kitabı, “Türküleri Yakanlar-1” adıyla Temmuz 1995’de Prospero Yayınlarında, “Gök Mavisi Bir Türkü” adıyla Mart 2000’de Ceylan Yayınlarında basıldı. O zamanların koşullarında az sayıda okura ulaşabilmiş olsa da çok alkış aldı.
Şimdi Kırmızı Yayınları, Temmuz Korkmazgil’in yayına hazırladığı, yayıncı Oktay Özdemir’in üstün sorumluluk anlayışı doğrultusunda ve Senem Tüfekçioğlu Özdemir’in editörlüğünde, üçüncü baskıyı gün yüzüne çıkararak kitabı okurla yeniden buluşturuyor.
Kitap 590 sayfa. Azime Korkmazgil sadece anılardan süzülüp güne kalanlara, ömür akarken koşullar ne olursa olsun hemen her gün yazmaktan geri durmadığı anı notlarına dayalı olarak kaleme almamış anlatısını.
Şairle yürüyecekleri yirmi yıllık yolun başlangıcı olan 3 Haziran 1963’de başlıyor öykü.
Evlendikleri 11 Haziran 1964’e kadar geçen bir yıllık süreçte birbirlerine her gün yazdıkları ve kavuşmaları sonrası “kalın tahtadan yapılmış, içi çam sakızı kokulu” asker valizine numaralayarak birlikte yerleştirdikleri mektuplar…
Hasan Hüseyin’den üç yüz yetmiş zarf dolusu bin sekiz yüz altmış sayfa, Azime’den yüz seksen beş zarf içinde bin üç yüz elli yedi sayfa mektup ve yüz on iki karşılıklı telgraf içeriği ile belgeli yazışmalarla örgülenmiş bir anlatı bu.
Azime Korkmazgil’in kaleminden, - asıl önemlisi, tanıklığıyla - damıtılıp gelen Hasan Hüseyin’in yaşamöyküsü elbette öznel, öyle de olmak zorunda. Bir metnin yazınsallaşması için öznelliğe yaslanması gereklidir. Yakın bir tanıklığı yarına belgelemeye indirgenmiş bir çaba, nesnel olan belgeleri tarih sırasına göre dizip art arda koymak anlamına gelir ve yazınsallıktan uzak kalır.
Azime Korkmazgil kolay olanı seçip, büyük bir yaşamı salt belgeleme peşine düşmemiş. Anıları anlatıya dönüştürürken belgeleri, olayları, başka tanıklıkları yazınsallaştırmış.
HASAN HÜSEYİN ŞİİRİ!
Üç ciltte, bin sayfanın hayli üstünde tümleştirilebilen bu nehir-anlatı, yaşamöyküsü olmanın ve öznelliğin ötesinde anlamlar taşıyor. Öncelikle, Azime Korkmazgil’in yazınsal yetkinliğini büyük bir keyifle algılıyoruz.
Dahası, anlatı ozanın şiirine özenli bir bakış açısı taşıyor. Çok önemli bir nokta olarak da, Türkiye’nin geçirdiği - ve halâ yaşamakta olduğu - siyasal çalkantılar, bunların sosyal yaşamdaki karşılıkları, toplumsal gerçeklikler bu büyük anlatının arka planını oluşturuyor.
Azime Korkmazgil’in belleğinden çıkıp, yüreğinden gelenlerle özleşerek, kaleminden gürleyerek akan anlatı Hasan Hüseyin’in yaşamı ile sınırlı kalmıyor.
Hasan Hüseyin şiirinin olanca coşkusunu, dizelere sığmaz öfkesini, acı alaycılığını sayfalardan esen bir rüzgâr gibi bize taşıyor. Rüzgârla başka gelenler de var:
Emeğin en yüce değer olduğuna dair inancı, insana, kurda kuşa, börtü böceğe olan derin sevgisi, ülkesinin geleceğine olan umudu. Sevgilinin öpüşüne, sıcaklığına duyduğu tutku. Deli dolu yaşanan hayata dair her şey. Zaten Hasan Hüseyin şiiri de bu değil midir?
Hasan Hüseyin günlerini haklıdan yana olmanın onuru ile yaşadı. Ölümünden otuz yedi yıl sonra, yani şimdi, Ankara Basıntepe’de, üçüncü katta yer alan evdeki küçük odasının kapısı ardından gelen daktilosunun sesini hatırlıyorum.
Tıkır tıkır yazıp duruyorken birden celalleniyor. Bir küfür sallayıp daktilonun tuşlarına kıracak gibi basmaya başlıyor. Belli, zurnanın “zırt” dediği yerde şimdi. Akşama doğru, başı karlı dağlar gibi çıkıyor odasının kapısından. Yüzü gülüyor ise belli, hoşnut o gün yazdıklarından.
Şimdi yeniden gün yüzüne çıkan bu yaşam öyküsünün devamını, Fethiye’de 88 yaşındaki Azime Korkmazgil gün gün bilgisayarına nakşetmeyi sürdürüyor.
Kitabın adından da anlaşıldığı gibi, bu daha “öykünün başlangıcı”! Öykünün devamı sabırsızlıkla beklenmeli.
ADLI ADINCA BİR EYLEM!
- Yaşamöyküsünü oluşturan kitapların genel başlığı olan “Türküleri Yakanlar” ile neyi kastettiniz? Kimdir “Türküleri Yakanlar”?
Türküleri yakanlar, insanlık tarihi boyunca kendilerine erişebilip de bağrımıza basma talihini ve sorumluluğunu taşıdığımız tüm yaratıcılardır!
Bilindiği gibi; halklar içinde ender ve çok özel bazı kişiler, hem de yüzyıllar boyu, diyelim duygu durumlarını dışa vurma/ifade etme gereksinimi yaşadıklarında; sözlerine genellikle ölçülü uyaklı biçim vermekle kalmayıp, bunlarla uyumlu ve özgün bir ezgi de yaratmışlardır. Bu kişiler ve yaratıları, bir bütündür ve biriciktir.
Anadolu Türkçesinde; kalıcılığı, en önemli niteliği olan bu yapıtlara genellikle ‘türkü’ der geçeriz. Bir eylem olarak yapıtın yaratılma süreci, adlı adınca ‘türkü yakmak’tır. Yaratanı da, çok yüce bir kavram ile, ‘sanatçı’dır.
Böyle bakınca, kavramın ufkunu genişletmek gerekiyor. Hangi alanda olursa olsun ortaya konan yapıtlar, türlerine göre ayrı ayrı kümelense de, tümünün ortak yanı, yaratılmış olmasıdır.
Kavramı genişletirken beni etkileyen ve esin kaynağım olan; üstelik görür görmez anladığım, bir kalıp olarak benimsediğim ve savunduğum, zamanla kuşkusuz özlü deyişler arasına girmiş, tarihsel bir sözdür:
“Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür!”
THALES’TEN EYÜBOĞLU’NA, ABDAL’A TÜRKÜLERİ YAKANLAR KERVANI!
Bu söz, bildiğim kadarıyla, Milattan Önce 6. Yüzyılda Ege’de yaşamış ve düşün dünyasına birçok boyutta damgasını vurmuş matematikçi ve şair Thales’indir. Kimin Türkçeleştirdiğini bilmiyorum; çok on yıl önce bu tümceyle karşılaştığımda, onu yakıştırdığım ilk kişi, bilge Sabahattin Eyüboğlu olmuştu.
İlkçağ’da roman öykü deneme ve daha sayısız yazın türünün hiçbiri olmadığına göre; sözel ve yazınsal alanın tüm yaratıcılarını bugün pekâlâ aynı evrensel dağarcıkta buluşturabilirim! diye düşünmüş olmalıyım…
O zaman; ayrıksı ortamların gezgin destan taşıyıcılarından tut, görece çağdaşımız Pir Sultan Abdal’ın, ne bileyim Tevfik Fikret’in veya Sofokles’in, ve haydi haydi Hasan Hüseyin’in türküleri yakanlar kervanındaki varoluşlarını yadırgamak, usumdan bile geçmez.
Bu kapsamda; Ozan Hasan Hüseyin’in yaşamının ana çizgileri kadar ayrıntıları da kaydedilmeye değerdi. Kaydederken, belli bir güzelyazın kaygısı taşıyarak çalıştım.
Malzemenin devasa boyutu nedeniyle; “Türküleri Yakanlar” üst başlığının şemsiyesi altında, ilk kitaba “Öykünün Başlangıcı” dedim, ikincinin başlığı “Gök Mavisi Bir Türkü “oldu. Üçüncüye; hiç duraksamadan, “Yoldaşım Şiir” demeyi göze alabilirsem, sanırım mutlu olurum.
- Bu nehir- anlatı gerçeğe sadık mı? Yoksa kurgu bölümler de var mı?
Evet. Gerçeğin, tutunabileceğim tek dal olduğunun bilincindeydim. Bu nedenle, aktarılan en küçük ayrıntı bile, zamana yere ve katıksız yaşanmışlığa dayalıdır.
Ayrıca; kurgulamanın ne olduğunu bilmediğim gibi, evcek içine düştüğümüz derin keder de buna geçit vermezdi.
- Bu anlatıyı yazarken nasıl bir yol izlediniz? “Sandıkta birikmiş ne var varsa çıkarıp ortaya koydum” biçiminde olmadı herhalde bu iş?
Aklımızın almayacağı bir noktada Hasan Hüseyin’i yitirmiştik. Çocuklarım, sorunları paylaşıp üstlenecek yaşlarda değildi. Ardımda, yaşanmış koskoca bir yirmi yıl, önümde de, ne yapabilirim sorusunun kıvrımlarında gizli ve asla adı konmayacak yalnızlığım vardı.
Ozanın bir şiirinde, “devrilmiş kitaplığın tanımlanamaz kargaşası”ndan söz edilir. Tıpkı öyle; baba ocağımın kurulu olduğu Ağlasun ile Ankara arasında gide gele bir on yıl tükettim.
Bu süreçte, bugün bile tasnif bekleyen arşivi toparlayamadımsa da, ne yapmam gerektiğini az çok çizmiştim zihnimde.
İlk iş, yarım kalmış sayısız şiir notunu, “Kandan Kına Yakılmaz” ve “Tohumlar Tuz İçinde” başlıkları altında kitaplaştırıp, basılı koruma altına aldım.
Önceleri, el yazılarımı tek tek makine yazısına dönüştürürken; bu çalışma bana, daktiloda düşünüp daktiloda yazma becerisi kazandırmakla kalmadı, bir başka niyeti dayattı:
Bizim 1963 Temmuzu ile 1964 Haziranı arasında gidip gelmiş üç bin sayfayı aşan bir mektup zenginliğimiz vardı. Onlar; Ozanın öğrenim, mahpusluk ve askerlik gibi nice yıllarını aşmış da gelmiş tahta valizinde tam yirmi yıl beklemişti de, bir kez olsun kapağı bile açmaya vaktimiz olmamıştı!
‘MEKTUPLARA DOKUNMAYIN EFENDİLER!’
Şiir notlarında çalışırken, Ozanın …mektuplara el sürmeyin efendiler… diyen de bir dizesine rastladım. Bu bende garip bir uyarılma rahatsızlığı ve tedirginlik yarattı!
Öyle ya, güven duygusunu adım adım yitirdiğimiz bir 12 Mart, on yıl sürmüştü; yıllardan beri de, 12 Eylül’ü sürüklemekteydik.
O sıra, Onun eski bir mizah öyküsünün çarpıcı başlığı, kaygılarımın orta yerinde daha çok dönenir oldu: “N’ooolacak Bu İşin Sonu?”
Ozan gideli; gülünç olma pahasına ve hiç açmadan, uzun kısa tüm yolculuklarımda yanımda taşıdığım, içi mektup dolu tahta valizi önüme döktüm. Benimkiler onunkiler; on ayda her gün ayrı renkte pelür kâğıtlara yazılmış üç bin sayfa mektubun üçte ikisi Hasan Hüseyin’indi. Geçen onca zamanda; ne solmuştu, ne de düşün ve biçem değerini yitirmişti…
Sonradan yaşamöyküsüne dönüşecek oylumlu bir anlatının ilk kitabına böyle başlamış oldum, yolculuk gibi de sürdü. Kendi yazdığım mektupların, nasıl demeli, eni boyu belliydi.
Onlar, evime okuluma Uşak çevreme ve az uzağımda olup da yüreği benimle çarpan aileme ilişkin; özel ya da resmî ne yaşanıyor, ne olup bitiyorsa hepsinin, günü gününe ve gayet yalın bir dille öykülenmesiydi.
Onları, bağımsız metinler olarak değil, gerçeği zorlanmadan anımsayabilmek ereğiyle, olay örgüsünde harç olarak kullandım.
‘ALINTILARDA VİRGÜLE DAHİ DOKUNMADIM’
Hasan Hüseyin de, gün boyu yaşadığını yazıyordu. Lâkin yazdığı her şey, belge değeri taşıyor, kimi zaman günceli aktarırken hızını alamamış ve çocukluğuna ilk gençliğine değin gitmiş oluyordu! Postayla iç içe yaşarken, biz bunun nence önem taşıdığının ayırdında değildik.
Mektuplar yeni gözlerle süzgecimden geçmeye başlayınca gördüm ki; Ozan bu metinlerde, duygusal içerikler bir yana, kendi kalemiyle ve üstelik en sahici tanık olarak, görece özgürlük coşkusuyla, başta Türkiye İşçi Partili aydınları ve o günün Ankara’sını resmediyordu…
Kalan içerikle, zaman sıralaması gözeterek altı yüz sayfalık bir kompozisyona ulaştım. Şunu ekleyeyim: Ozanın mektuplarından alıntılarda virgülüne bile dokunmadım. Ancak kendi mektuplarımı süzerek yerleştirdim…
- Anlatıda ortaya koymayıp sonradan “keşke şunu da yazsaydım” dediğiniz nokta var mı?
Hayır. Bu ilk kitap, zaten “öykünün başlangıcı”dır ve ilk on ayın tüm mektuplarını özetliyor.
YILLAR SÜREN ZORALIM!
- İlk şiirinin yayımlandığı 1959’dan bu yana Hasan Hüseyin şiirinin en yakın izleyeni ve en iyi anlayan kişisi olarak, bu şiir için neler söyleyebilirsiniz?
Hasan Hüseyin; ilkokulda, asker ya da mahpus analarına okuyup yazıverdiği mektupların sonuna özgün maniler yazarak, bana göre, şiire başlamış. Niğde Orta Okulunda Hececiler’e öykünmüş.
Adana Erkek Lisesinde; yatılı okulun yüksek duvarlarından atlayıp kaça kaça, emek dünyasını içinden tanımış, kendi sınıfının bilincine varmış, bu demek yurdunda ve yeryüzünde nerede saf tutacağını bilmiş…
Gazi Eğitim / Edebiyat Bölümündeki öğrenciliğindeyse; doğru olan okumalarla, dünya yazınının yüce değerlerini algılamış. İşte bu noktada yaratıcıya saldırılar başlıyor, uzun yıllar boyunca ne yazsa zoralıma uğruyor; o da, yazarak başkaldırıyor, ezildikçe bileniyordu!
Evet, yayımlanan ilk şiiri, Ankara / Dost dergisinin Şubat 1959 sayısında Ağustos Şiiri’dir; yetkin bir yapıttır ve Ozan, tee 32 yaşındadır!
Öykünün Başlangıcı: Türküleri Yakanlar 1 - Hasan Hüseyin’in Yaşamöyküsü / Azime Korkmazgil / Kırmızı Yayınları / 590 s. / 2021.