Hasan Bülent Kahraman: ‘Eleştirenler ne söylediklerini ayağa kalkıp kendileri yanıtlasın!’

Cumhuriyet gazetesinin Büyük Kadın Sanatçılar kitabına gösterdiği ilgi önemli ama değerlendirmeler keşke kitap okunarak yapılsaydı. Popülizmi yani bilginin ve gerçeğin yok sayılıp, hayatın sanılarla biçimlendirilmesini politikacı tavrı olduğunda kınıyoruz. Oysa bilmenin biçimi herkesi etkiliyor: körleşme kitap adı değildir, gerçektir. Entelektüel sorumluluğum gereğince bazı noktalara değineceğim.

Hasan Bülent Kahraman

Bazıları “kadın sanatçı yoktur, sanatçı vardır” diyor. Bu iddiayı andığım kitap bağlamında öne sürüyorlar. Maalesef optik körlüğünün ta kendisi. Çünkü kitabın iddiası tam da o “kadın sanatçı” yoktur, “büyük sanatçı” vardır. Kitabın kompozisyonu bile bu doğrultuda hazırlanmış. “Kadın” sözcüğünün üstü çizilmiş. Kadın kelimesini çıkın, geriye “büyük sanatçılar” deyimi veya tanımlaması kalıyor. Yani, kadın sanatçı değil, büyük sanatçı vurgusu var o görsellikte. Ama bazıları kapak ve sırttaki görsel düzenlemede “kadın” sözcüğünün üstü neden çizili diye bir “engizisyon sorusu” çıkarıyor ortaya. Vah vah! Yayıncıların kadın sözcüğünün üstünü kadın kimliği bağlamında çizdiğini düşünmek delirmekle eşanlamlı ama literatür, popülizmle “delirium” (Can Yücel’in muhteşem deyişiyle “deliriyorum”) halinin iç içe geçtiğini saptadı.

NEDENİ BELLİ

Kitap kadını “yoksama” tarihinin ne kadar zorlu olduğunu gösteriyor. Ama sanki dünyanın en büyük suçu işlenmiş gibi kitap günlerce sürdürülen bir kampanyanın öznesi. Nedeni belli: Popülist kültürün beslediği patolojik linç anlayışı. Geçmiş olsun. Hepimize. Bir de iş yapalım ama işgüzar olmayalım, çok şey bilelim ama bilgiç olmayalım değil mi? Fakat bir “kadın sanatçı” realitesi var. Bu kavram ikincilleştirme, ayrımcılık kastıyla kullanılıyorsa reddedilir. Kimlik, beden, kamusallık dediğimiz alanların paydasında norm kurucu ve bozucu bir etken olarak, evet, kadın kimliği mevcuttur. O zaman gene bazılarına literatürde bin yıldır yeri belli yanıtı da verelim: Hayır, kadın sanatçı olmak mutlaka feminist olmayı gerektirmiyor. Yapısalcılık sonrası anlayışın bilince getirdiği tanımla söyleyelim: Kadının bizatihi varlığı bir muhalefetin, bir sökümün göstergesidir. Kadınların yaptığı sanatın iç dinamikleri onları öncü konumuna yükseltir. Tartışılan kitap tam da bunu söylüyor. Eleştirenler ne söylediklerini ayağa kalkıp kendileri yanıtlasın. Üstelik “kültür” dünyamızda şimdi yeni bir kavram olarak ele aldığımız bu olgu 1990’larda yerli yerine oturtuldu. “Sanat tarihi” kavramı madunların, eril ve beyaz adamın mitolojisi dışında kalanların, dışlanmışların “tarihleri” olarak yeniden yazıldı. Bugün “sanat tarihleri” var. Kadınlar sadece bu planın oluşmasında değil, bilinç durumlarının, zihniyet yapılarının, yerleşik tüm kategorilerin sökülmesinde, “bakış” kavramından başlayarak temsil politikalarına kadar kurucu rolü oynadılar. Dil ve bilinç bunlardan biri. Ama ne yazık ki bazen kadın konusuna taraf olurken hâlâ terk edilen bazı “söylemler” ayrımsanmadan içselleştirilmiş olarak kullanılıyor. “Söylem” kavramının zorlu yanı bu. Herkes bu iç bükülmeden payına düşeni alıyor. Mevcut eleştiriler tam da burada duruyor. Biraz yazık biraz ayıp.

ŞOVEN BİR YAKLAŞIM

Anlaşılan elimize aldığımız kitaplara içinde Türkiye’den ne var diye bakıyoruz. Yoksa ne yapalım, her çevirdiğimiz kitap için yayınevlerine, “bir Türkiye bölümü ekler misiniz” diye soralım mı? Aklın alacağı şey değil. Oysa bunu istiyor eleştiri kervanı. Epey şoven bir yaklaşım. Ürkütücü. Peki, o durumda kimler alınacaktı kitaba? Türkiye’den kitapta daha çok kadın sanatçı olmamalı mıydı? Niçin olmasın? Türkiye’de Çağdaş Sanat: 1980-2000 isimli kitapta kurduğum bir iddia var ve ilk kez sanırım orada dile getirildi: Güncel/çağdaş sanatı Türkiye’de kadın sanatçılar hazırladı. İddia bugün de daha ileri çalışmaları bekliyor. Adını sayacağım onlarca kadın sanatçımız evrenseldir, dünya çapındadır. Ama dünya edebiyatı kitabında sadece Orhan Pamuk yer alıyor. Yaşar Kemal? Melih Cevdet? Fazıl Hüsnü? Orhan Kemal? Ve daha kimler kimler. Tamam, yayınevlerine yeni bölüm eklemelerini söyleyeceğiz. Zeid’in kitapta yer almasının nedeni besbelli: Tate retrospektifi. Tekrarlayayım: Türkiye’de güncel sanatın en önemli eksiği evrensel yayınevlerinin bastığı sanatçı monografilerinin olmamasıdır. Ama Zeid’in “Türklüğü” konusu bana bir dönem bazılarının Nâzım Hikmet’in “Türklüğünü” tartışmasını anımsatıyor. Ürpertici değil mi?

CEVAP VERECEK ÖNEMDE BULMUYORUM

Kitabın odağını yitirmiş eleştirilerine getireceğim açıklamalar bunlar. Hakkımda söylenenleri ise cevap verecek önem ve değerde bulmuyorum. Küratörlük etkinliğini 2010 sonrasında gösterenler 2010’da biten bir kitapta niye yer almadıklarını soruyorsa ve bunu hemen başka ayıplı ithamlarla açıklıyorlarsa bilsinler ki 2010 sonrasını yazdığımda onlara zevkle yer vereceğim. Üstelik onlarla eğitim kurumlarında sanat kurumlarında beraber çalışmışlığım var, hem de uzun süre. Türkiye’de Çağdaş Sanat isimli kitabı hiç görmeden, “arkadaşları haber verdiği için” duyanlar ve onu (ah, ne kadar hazin bir durum) “küratörlük/küratörler hakkında” bir kitap sananlar gene bilsin ki değindiğim kitapta bana küfretmiş olanlar da kişisel ilişkimin en uzak olduğu isimler de edimlerinin gerektirdiği övgüyle anlatılıyor. Bu da benim övüncüm olsun. Son: Dünyanın en derin noktasını da en yüksek noktasını da metreyle ölçtük. Çağdaş sanattaki derinliği veya çapı ölçecek metrik henüz elimizde yok. Bulununca bildiririm. Şimdilik sezinlediğim, derinliğin mesela hiç kuramsal yazı yazmamış olmakla ilgili olduğu. İdareciliğim ise besbelli zayıf ki bu iddiaları öne sürenleri idare edememişim. Ama onların iyi idareciler olduğu anlaşılıyor. İşte böyle...