Hasan Ali Toptaş'tan 'Gecenin Gecesi'

“Kuşlar Yasına Gider”den sonra ne yazacağı merakla beklenen Hasan Ali Toptaş’ın, beş öyküsü ile Ümit Ünal’ın çizimlerinden oluşan “Gecenin Gecesi” okurla buluştu.

Asuman Kafaoğlu Büke

Şiirden gelen öyküler
 
İstanbul’da kitap fuarı haftası ayrı bir yoğunluk ve heyecanla geçiyor. Yayınevleri en önemli kitaplarını bu haftaya göre ayarlayıp yayınlıyor, fuarın ziyaretçileri de bütün yıl okuyacakları kitapları burada indirimli alma ve sevdiği yazarlarla karşılaşma olanağı buluyor. Herkes TÜYAP’ın uzaklığından ve kalabalığından şikâyet etse de enerjisi farklı bir ortam burası, gidenler memnun dönüyor.
Bu sene de çok sayıda yeni kitapla doluydu yayınevi standları. Hasan Ali Toptaş’ın beş öyküsüyle Ümit Ünal’ın çizimlerinden oluşan Gecenin Gecesi ilgi gören kitaplardan biriydi. Kuşlar Yasına Gider’den sonra ne yazacağı merakla bekleniyordu, güzel öyküler iyi geldi.
 
SİNESTEZİ

Toptaş’ın beş öyküsünden oluşuyor Gecenin Gecesi (Everest Yayınları, 86 s.). İlk öykü ‘Yatak’, yazarın ilk eserlerinden beri gördüğümüz düşsel kurmaca örneği. “Bir sabah gözlerimi açtığımda, her zamanki gibi yer yatağının içindeydim” cümlesiyle başlıyor. Aslında bu tüm kitabın da başlangıcı için anlamlı çünkü düşler içinden çıkarak geliyor öyküler, bir yataktan çıkmasından daha doğal ne olabilir. Toptaş bu öyküyü sinestezi kullanarak anlatıyor: Bir duyunun uyarılmasıyla başka bir duyuyu harekete geçiriyor. Birleşik duyu hâli öykünün düşselliğini arttırıyor. Buna bilinçakışı değil, duyu-akışı demek doğru olabilir: Bir renkten bir dokuya, bir kokudan bir sese geçerek okurun da tüm duyularını harekete geçiren bir yazı türü. Anlatıcı öykünün başında içinde uyandığı yer yatağında, tahta döşemelerin sakız kokusunu duyumsayarak uyanıyor. Bu sakız kokusu derin bir ormanın uğultusuna, uğultular da bol güneşli yamaçların yeşilliğine, yeşillikler de ıslık inceliğinde patikalara, patikalar buraya inmiş bulutlara ve nihayetinde bulutların sessizliğine götürüyor. Doğa hiç durmadan duyulara yolladığı bombardımanla bir duyudan ötekine geçiyor. Anlatıcı çocukluğunda sakız kokusundan tüm bunları gördüğünü, hissettiğini anlatırken, bir yandan da dayısının evinde bunların hiçbirini göremediğini de anlatıyor. Hissedilmeyenler de hissedilenler kadar değerli. Anlatıcının kimliği belirtilmese de nedense benim aklıma Kuşlar Yasına Gider romanındaki baba figürü geldi anlatıcı olarak; varlığından, yakınlarına yük olmaktan özür dileyen bir yaşlı olarak düşündüm onu. Özür dilemenin içinde yatan sitem ve ironi, emeğiyle başkalarını varlıklı kılmış ama artık gereksiz görünebilecek biri olduğunu düşündürdü.
 
OKSİMORON

Kitapta yer alan ikinci öykü ‘Nihat’, bir çocuğu anlatıyor. Aslında beş öyküde de çocukluk önemli rol oynuyor; Toptaş’ın çocukları saf ya da masum değil “arsızından utangacına, haylazından uslusuna, sümsüğünden cinine ya da hımbılından afacanına kadar her türlü çocuk” var öykülerde. Nihat’ın dünyası çelişkilerle dolu, Toptaş özellikle anlatı labirentleri içine sokuyor okuru. Oksimoron ifadelerle hem hiç büyüyemeyen bir çocuk olarak hem de vaktinden önce büyümüş bir çocuk olarak görüyoruz Nihat’ı. “Uğuldayan sessizlik”, “yer değiştiren gölgelerin gürültüsü”, “buz gibi ateş” ve “televizyondan odaya yayılan mutlak sessizlik” gibi zıt ifadeleri bir arada kullanarak okurun zihninde labirentler oluşturuyor.

Kitapta benim en sevdiğim ‘Fotoğraf’ adlı öyküde yazar, farklı iki dünyayı karşı karşıya getiriyor. Öykünün hemen ilk satırında bir şeylerin yanlış gittiği anlaşılıyor: “Rahmetli Fuat Yücesoy’un fotoğrafını arıyorlarmış, ellerinde kamera, peş peşe çıkıp geldiler kahvenin önüne.” Biri kameraman, diğeri yönetmen kasabaya bir fotoğraf aramaya geliyor. Aslında ilk başta boynuna astığı kamera ile fotoğrafın bir ilişkisi olacak gibi görünüyor ama bu da Toptaş’ın labirentlerinden biri, arada bir bağlantı yok. Fotoğrafını aradıkları kişinin oğlu, anlatıcının ortaokulda resim hocası olduğu için kasabaya gelenleri o götürüyor fotoğraf sahibi olabilecek kişinin evine. Resim hocası, çocuklara resim tekniği ve terminoloji öğreten biri, şehirden gelenler ise fotoğraf dünyasının insanları. İki ayrı dünyanın ve iki farklı algının karşılaşması. Muhtemelen şehirden gelen ile kasabada yaşayanın farkı. Geçmiş ile geleceğin farkı. Eski ile yeninin ve ölü ile canlının.
 
SES YANSIMALARI

Dördüncü öykü ‘Veysel’in Kanatları’, yine ‘Fotoğraf’ öyküsünde olduğu gibi sıradan insanları anlatıyor. Bir kahvede kumar oynayan birkaç adam ile çaycı çocuk dışında kimse yok, hayaletlerden başka. Toptaş’ın üslubunda sık karşılaştığımız ses yansımaları yine diğer öykülerde olduğu gibi bunda da var. Ses yansıması, sözcüğün anlamı ile sesindeki uyuma denir, daha çok şiirlerde karşımıza çıkar. Türkçede belki Batı dillerinden daha fazla gördüğümüz bir ifade tarzıdır. Doğadaki seslerin olay, nesne ya da kişilerle bağdaşması olarak açıklanabilir ses yansıması. Anlam ile sesin örtüştüğü bu sözcükleri sıklıkla kullanıyor Toptaş anlatısında ve bu da onun düzyazısını şiire çeviren unsurlardan biri olarak görülüyor. “Çın çın öten sesler”, “cumbuldata cumbuldata,” “uçuşan vızıltılar” gibi ifadelerle sesler metinden dışarı fırlıyor, okurun zihninde sözcükten sese dönüşüyor.

Kitapta yer alan son öykü ‘Şeytan Uçurtması’, olumsuzlama hissettiren bir öykü. Aslında ‘Yatak’ta da benzer bölümler vardı, kahramanın neler hissedemediğini anlattığı satırlar, yoksunluk hissi bırakıyordu geride: “kirpiklerime gelip dayanan derin bir boşluk” eksiklik duygusunu anlamamızı sağlıyordu. ‘Şeytan Uçurtması’nda farklı boyutlarla eksiklik dile getiriyor Toptaş. İlk başta topallık kediyi, kazı, ineği ve anneanneyi birleştiren unsur, aynı zamanda öykünün anlatıcısı çocuğun geçmişi, eksik kalan yanı. “Bir kedisi vardır anneannemin, topal. (…) Belki topal değildir de, kaz üzülmesin, kendini yalnız hissetmesin diye böyle yapıyordur, bilemiyorum.”
Hasan Ali Toptaş günümüzün en ilgi gören yazarlarından biri; bu minik öykü kitabıyla belki onu yeni tanımaya başlayan gençlere de ulaşacak.