Hangi yazarımı söylesem...
Aşk bireysel, hatta “geçmiş zaman” uğraşısı. Bir türlü yakalanması mümkün olmayan “an” ve onların hayalinden oluşuyor. Bu yönüyle bireysel...
Enver Aysever / Kurşun Kalem1- “Genç Werther’in Acıları”nı okudum yeniden, Goethe’nin kendinden hareketle kurduğu öykünün bir dönem nasıl da gençleri intihara sürükleyecek kadar etkili olduğunu anlamaya çalıştım. Çağın ruhu, kişinin duyumsamasını etkiliyor. Edebi kalıcılık bunun ötesine geçebilmekle mümkün. Şimdi uzun cümlelere tahammülü olmayan insanların, hemen sonuç alamayacağı aşklara yelken açması mümkün mü?
“İmkânsız aşk” denir ya, tamamen yanlış kavram, aşk imkânlı olamaz zaten, koşullar uygunlaşıp huzur gelince tükenir aşk! Belki bu yüzdendir, bu çağda uğruna intihar edilecek sevgili bulunmayışı. Piyasa koşulları, her zaman taze aşklar sunar kişiye.
Düşünmeye zaman yok, ötesi hissetmeye de yok! Herhangi bir duygunun oluşması telaş içinde kaybolup gidiyor. İnsan bunca uyarıcı altında sevdiğini anımsamaya, onunla ilgili düş kurmaya bile fırsat bulamaz. Hız çağı mı dedik? Sefalet doğrusu...
Zavallı Werther, başkasının nişanlısı Lotte için yanıp kavruluyor...
2- Sevgilinin semtinde volta atıp evinin kapısı önünden sıkça geçtikten sonra, umudunu iyice yitirip kedere gömülen birinin aşkı ile WhatsApp’ta mavi tıkla okundu bilgisi geldiği halde, hemen yanıt alamayınca kükreyen kişininki aynı olur mu?
Sevgiliyi görmek için bahaneler uydurup, umutsuz aşkın pençesinde kıvranan âşığın haliyle, Instagram güzellerine tutkun birininki benzer mi? Zamansızlık, telaşlı koşturma derinleşmeye engel, yeni bilgi değil bu. Artık sinema filmleri uzun geliyor, derinlemesine metin okumaya kimsenin tahammülü yok. Herkes elindeki ekrana tutsak, boyun fıtığı çağın hastalığı olsa gerek!
Şöyle diyor acılı Werther: “Akşama doğru yine uğradım. İşte o günden sonra güneş, ay ve yıldızların ne yaptığı umurumda değil. Gündüz mü, gece mi, bilemiyorum! İçinde yaşadığım dünyada kendimi yitirdim...”
3- Aşk sevgiliyle/karşındakiyle ilgili değildir çoğu zaman; bu esrikliğin içinde kıvranan kişi, öylesine bir dünya kurar ki hakikatten kopar, yine de yaşam sevinci buluruz bu sancılı halde. Beyin bilimciler işin gizini, büyüsünü bozmaya devam etsin, biz yine de içli bir şarkı duyunca gözlerimizin dolmasını özleriz. Bazen aşk ile gençlik arasında güçlü bağ yanılgısına düştüğümüz de olur. Belki bilge kişinin aşkı daha makbuldür. Zamanı az olan değer bilir! Laf aramızda, Lotte eğer tamamen kapısını kapamış olsaydı, genç adam bu ziyaretleri yapabilir miydi? Sevilen kişinin zalimliği üstüne de yazmak gerek!
4- Aşk bireysel, hatta “geçmiş zaman” uğraşısı. Bir türlü yakalanması mümkün olmayan “an” ve onların hayalinden oluşuyor. Bu yönüyle bireysel... İki kişinin aynı düşü görmesi güzel bir mecaz olmakla birlikte mümkün değil. Werther, Lotte’sini şöyle anıyor söz gelişi: “Sabahları uyanıp yavaş yavaş kendime gelirken uzatıyorum kollarımı boş yere ona doğru, arıyorum geceleri yatağımda, beni aldatmış olan safça ama sevindirici bir düşten uyandığımda, az önce çimenlerde birlikte oturduğum, elini tuttuğum, öpücüklere boğduğum onu yanı başımda... Sonra uyku sersemi kalkıyorum, el yordamıyla yürüyorum sendeleyerek ona doğru. Sıkıntılarla dolu yüreğimden gözyaşları seller gibi akıyor ve ağlıyorum karanlık bir geleceğe bakarak bütün ümitlerini yitirmiş...”
5- Meşgul insan aşk duyar mı birine? Bürokrasi incelikli duyguları yutar, orası kesin de! Bir de koltuk kavgasına düşen kimsenin yanı başındaki sevgiliden haberi olması pek kolay değildir. Lotte ile cennet bahçesinde yürüyüş yapacak zamanı, gönlü ve şiiri olan Werther; tek kötü cümle etmese de, Lotte’nin nişanlısına karşı içten içe kıskançlık, öfke büyütüyordu. Bu sözler doğrudan ona mı, bilemiyorum, lakin isyandır açıkça:
“Bütün yaşamları resmiyet olanlar, yıllar boyu tek düşündükleri altlarındaki sandalyeyi bir sıra daha öne itmek olanlar nasıl insanlardır? Bu gibilerin başka işi yok sanmayın! Hayır! Fakat böyle can sıkıcı ve gereksiz şeylerle zaman geçirdikleri için daha önemli şeylerle ilgilenemiyorlar; yapmaları gereken işler birikiyor... Budalalar, hangi sırada olduklarının önemli olmadığını, en önde duranın hiçbir zaman başrolü oynamadığını göremiyorlar! Kimi kralların bakanları, kimi bakanların da müsteşarları tarafından yönetildiği gibi. Öyle ise kim önde? Bana göre diğerlerini görmezden gelen, kafasından geçirdiklerinin gerçekleşmesi için onların güçlerinden ve tutkularından yararlanacak kadar kudretli veya kurnaz olan...”
6- “Yazarlar arasında selamlaşma nasıl olur?” Sokakta rastlaşınca başıyla selam verebilir ya da el sıkışarak daha samimi ilişki kurabilir, yazarlar da meyhanede, tanışın sofrasına oturup iki kadeh de yuvarlamak mümkün, kahvede tavla atılabilir. Bunların tümü edebiyat tarihi için ilgi çekici ayrıntılar, ancak, büyük bir yazara verilen en güzel selam -hele de selamı çakan en az onun kadar önemliyse- “o”nun yapıtından devamla, başka yaratı ortaya koymaktır.
Thomas Mann, “Lotte Weimar’da” romanıyla bunu yapıyor. Artık yaşlanmıştır Lotte ve Goethe’nin şehrine gelmiştir. Dokuz çocuk doğurmuş bir kadından söz ediyoruz. Aşk çürür mü, yiter mi, dönüşür mü? Hele de beden yıprandıysa eğer, yine güzel sözler düşer mi beyaz sayfalara?
Romancılar benzer soydan gelir, hele de aynı dildelerse lezzeti başka olur.
7- Yeni romanın kurgusunu tamamlamış, masaya oturmaya hazırlanırken düşündüm, “Edebiyatımızda hangi roman beni bunca etkiledi de, ona selam vermek güzel olur?” diye. Bir çırpıda sayacağım o kadar güzel yazarlarım var ki! Türkçe sen ne güzel bir dilsin...