Halkın temel tedirginliği: Yarın aç kalacak mıyım?
Siyaset Bilimci Prof. Evren Balta, Türkiye’de ciddi bir ekonomik daralma yaşandığını, küçük bir azınlık dışında hepimizin yoksullaştığını söylüyor. Gelir düzeyi düştükçe ana endişe ekonomi oluyor, “Yarın aç kalacak mıyım” sorusu temel tedirginlik kaynağı. Amirallere gözaltı ve iktidarın açıklamalarını da konuştuğumuz Balta, “İktidar, otoriterliğin askeri vesayet boyutuna dikkat çekip demokrasiyi buradan kurdu ama tam da bu, sivil alanda otoriterliğin yeniden kuruluşunu mümkün kıldı” diyor.
İpek ÖzbeyNEDEN PROF. DR. EVREN BALTA? Lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden aldı. Yüksek lisansını ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde tamamladıktan sonra Columbia Üniversitesi School of International and Public Affairs bölümünde ikinci bir yüksek lisans yaptı. Doktorasını 2007 yılında CUNY- The Graduate “Rusya ve Türkiye’de Devlet Kapasitesi ve İç Çatışma” başlıklı doktora tezi ile siyaset bilimi alanında aldı. Çeşitli uluslararası ve ulusal dergilerde yayımlanmış makalelerinin yanı sıra Türkiye’de Devlet, Ordu ve Güvenlik Siyaseti, Tedirginlik Çağı gibi kitapları var. Araştırmaları Fulbright, Mellon Vakfı, Social Science Research Council, American Association for University Women ve TÜBİTAK tarafından desteklendi. Institute for Human Sciences Küresel Diyalogda Rusya Programı’nda araştırmacı ve New York Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Programı’nda Fulbright desteğiyle misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Darbe tartışmaları, öne çıkan korkular, bir yanda en gerçek haliyle virüs ölümleri, ekonomik kriz, siyasetin çıkmazları önümüzde dururken bize de çalışmaları karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, güvenlik, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında yoğunlaşan Özyeğin Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Evren Balta’ya “Türkiye ve Dünya nereye gidiyor” diye sormak kaldı.
AKP’yi iktidara taşıyan, askerin dilsizleştirilmesi
- AKP’yi iktidara taşıyan, iktidarını sürdüren, belki de onun ideolojik omurgası diyebileceğimiz en temel şeylerden biri askerlerin/ordunun tamamen dilsiz olması.
- Askerlerin, emekli ya da değil, iktidarın sözüne karşı bir söz söylemesi hem gerçek bir korkuyu tetikliyor hem de siyasi olarak çok kullanışlı bir alan.
- Güçlü kurumları olan ülkeler, krizlerin bir kısmından daha az yara alabiliyor. Türkiye’nin en önemli dezavantajı ise bu çoklu kriz dünyasına ciddi bir kurumsuzlaşma sürecinden geçerek girmiş olması.
- Mevcut iktidar, otoriterliğin askeri vesayet boyutuna dikkat çekip demokrasiyi buradan kurdu. Ama tam da bu, otoriterliğin sivil alanda yeniden kuruluşunu mümkün kıldı.
- İşini kaybetme riski ile karşı karşıya kalan biri “evin temel geçim kaynağıyım, işimi kaybedersem hepimiz aç kalacağız, öleceğiz” diye düşünüyor.
- İktidar kendi döneminin en kötü ekonomik performansını sergiliyor, ama bu yine de sandığa yansımıyor.
- “Ne olursa olsun AKP’ye oy veririm” diyen kitle düşüyor ama “Ne olursa olsun CHP’ye oy vermem” diyen ve negatif kimliklenen kitle aynı kalabiliyor.
- Kutuplaşma öyle bir noktada ki her grup diğeri kazandığı takdirde maddi ve manevi ayrıcalıklarını da kaybedeceğini düşünüyor. Özellikle iktidar seçmeninde bu korku yaygın.
- Evren Hanım, her sabah güne başka bir tartışmayla başlıyoruz. Biz uykudayken gece yarısı Merkez Bankası başkanı değişiveriyor. Bir bakmışsınız 128 milyar dolar buhar oluyor. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçiyoruz, amirallerin açıklaması “buram buram darbe kokan bildiri” damgasını yiyor. Sürekli olağandışılığın hüküm sürdüğü bir şok politikasıyla karşı karşıyayız. Bu noktada ülkenin fotoğrafıyla ilgili genel bir değerlendirmede bulunur musunuz?
Genel olarak çoklu bir kriz dünyasında yaşadığımız söylenebilir. Küresel bir salgının ortasındayız. Ama aynı zamanda hem kurumsal, hem siyasi hem de ekonomik bir krizin içinden geçiyoruz. Bu krizlerin pek çoğu sistemsel ve küresel. Mevcut iktidarlar bu krizlere ellerinde uzun dönemli bir reçete olmadan, günü belki en çok o ayı kurtarmaya çalıştıkları kısa vadeli yanıtlar veriyor. Bu, gündelik yanıtlar ise mevcut krizleri çözmek bir yana, onu derinleştiriyor. Kriz her yerde var. Ancak güçlü kurumları olan ülkeler bu krizlerin bir kısmından daha az yara alabiliyor. Türkiye’nin en önemli dezavantajı ise bu çoklu kriz dünyasına ciddi bir kurumsuzlaşma sürecinden geçerek girmiş olması. Kurumsallaşmanın erimesi yönetimsel rasyonalitenin de kaybolması anlamına geliyor. Kurumsallaşmanın en fazla eridiği alanlar, örneğin ekonomi yönetimi gibi, krizi daha derin yaşıyor. Türkiye’nin salgın yönetimi de bir miktar böyle. Tüm iktidar enerjisi, sürekli olarak krizin o anlık hasarını atlatmaya, krizden kendisi hasar almadan çıkmaya yönelmiş durumda.
- Çoklu kriz ortamı dediniz. Önümüzde gerçek bir sorun var: Salgın. Fakat geri kalana baktığımızda iktidarın her konuda bir inatlaşması söz konusu. Kanal İstanbul, İstanbul Sözleşmesi ve en çok da laiklik tartışmalarından faize… Bu inatlaşma iktidarın davranış biçimiyle ilgili ne söylüyor?
Krizi sadece dışsal bir olgu olarak görmemek gerekiyor. Bir yandan evet, bütün dünya büyük bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Ama öte yandan krizler aynı zamanda yaratılan ve icra edilen süreçler. Krizle yönetmek bir yönetişim taktiği de aynı zamanda. Nitekim her kriz, o krizi yaratanın arzu ettiği biçimde siyasi tartışmanın şartlarını belirliyor. Farklı siyasi aktörleri iktidarın çerçevesini çizdiği bir oyuna ortak ediyor. Kriz performansı bütün popülist iktidarların ortak özelliği. Ancak tabii bu yaratılan krizlerin ne olacağını siyasal iktidarın temel siyasal referansları büyük oranda şekillendiriyor. Bizde bu krizler hep üç eksen üzerinden ilerledi; dinin, ordunun ve kadınların toplumsal hayattaki rolü. Bu üç aktörün toplumsal ve siyasal rolleri hem toplumsal fay hatlarını harekete geçiriyor ve hem de üçü de çok doğrudan iktidarın ideolojik bagajı ile ilişkili.
- Amirallerin gözaltında tutulması, açıklama yayımlanır yayımlanmaz “Aynı FETÖ taktiği”, “28 Şubat’ı hatırladık” yollu açıklamalar, hiçbir şekilde 27 Mayıs’ı bile konuşamamak… Darbe paranoyasının seçmende bir karşılığı var mı, yoksa bu stratejinin sonuna geldik mi?
Aslında bu bir önceki sorunuzla çok doğrudan ilişkili. Yaratılan krizlerin bir karşılığının olması gerekmiyor. Bu krizler iktidarın siyasal referansları üzerinden toplumsal kutuplaşmanın sınırlarını yeniden çiziyor, tehlikenin hâlâ orada olduğunu, kaybolmadığını kamuya hatırlatıyor. Mevcut iktidarın rasyonalitesinin en temel unsurlarından biri askerin dilsizleştirilmesi. AKP’yi iktidara taşıyan, iktidarını sürdüren, belki de onun ideolojik omurgası diyebileceğimiz en temel şeylerden biri askerlerin/ordunun tamamen dilsiz olması. İktidarın temel demokrasi söylemi de esasen askerin dilsizleşmesi ve seçilmiş sivil otoriteye tamamen tabii olması üzerinden ilerledi hep. AKP seçim kazandıkça ve iktidarını sağlamlaştırdıkça da Türkiye demokrasinin en büyük ve hatta tek sorunu asker olarak kodlandı. Üstelik 15 Temmuz bu kehaneti büyük oranda doğruladı. Dolayısıyla askerlerin, emekli ya da değil, iktidarın sözüne karşı bir söz söylemesi hem gerçek bir korkuyu tetikliyor hem de siyasi olarak çok kullanışlı bir alan.
- Askeri dilsizleştirirken, güvenlik politikalarına bu kadar abanmak bir çelişki değil mi?
Ben burada bir çelişki görmüyorum. Bilakis şöyle bakmak lazım: Otokratikleşmenin tek kaynağı yok. Askerin gücü otoriter sistemlerin bir boyutu. Bir diğer boyutu ise güçlü, merkezi ve denetlenmeyen bir yürütme aygıtı olması. Türkiye’de otoriterlik hep bu iki kanaldan ilerledi. Mevcut iktidar otoriterliğin askeri vesayet boyutuna dikkat çekip demokrasiyi buradan kurdu. Ama tam da bu, otoriterliğin sivil alanda yeniden kuruluşunu mümkün kıldı. Çünkü sivil otorite çok güçlü gördüğü askeri otoriteyi yenmek için her seferinde halka döndü ve daha fazla yetki istedi. Bu güçlü ve denetimsiz yürütmenin meşruiyetinin ana kaynağı oldu. Türkiye’de güçlü ve denetimsiz yürütme aygıtı inşasının bir diğer meşruiyet kaynağı ise “güçlü ve yükselen Türkiye” sloganı. Bu üst anlatı, iktidarın farklı siyasi kimlikleri ve farklı çıkar gruplarını kendi projesine ortak edebilmesinin yolunu açtı. Yani esasen iktidar, ordunun dilsizleştiği bir ülkenin kabuğuna çekilen bir ülke olmayabileceğini, hatta sivil iktidarın çok daha güvenlikçi olabileceğini gösterdi. Şunu unutmayalım ki Türkiye’de güvenlikçi politikalar konusunda iktidarın kendi tabanını aşan çok geniş bir uzlaşma var.
"Montrö ve Kanal İstanbul meselesinde çok daha geniş kamusal bir tartışma olmalı. Bu konu, askerlerle iktidar arasındaki bir tartışma değil, hepimizin geleceğini etkileyen bir mesele. Esasen bu tartışma başlamıştı ve hızlanıyordu. Ama bu son olaylar bu tartışmanın kanallarını kapattı. Bu tartışmayı iktidar ile ilgili, iktidar içi bir tartışmaya dönüştürdü… Hükümet bunu Pandora’nın kutusu olarak gördü ve hızla tartışmayı kapattı."
HİÇBİR SUSKUNLUK KALICI DEĞİL
- Müthiş bir yoksullaşma ve yoksunluk var. Belirsizlik hüküm sürüyor. Yarın kestirelemiyor, öngörülemiyor.. Bu, iktidara bir alan açıyor mu? Ne yapıyor toplum, güce “gözünü üzerimden ayırma” mı diyor?
Artık bütün kolektif güvencelerimizi kaybetmiş bir toplumsallıktan geçiyoruz. Sadece Türkiye de değil. Ne kariyerlerimiz hayat boyu, ne evliliklerimiz, ne arkadaşlıklarımız… Her şeyin sürekli değiştiği bir toplumsallıktayız. Üstelik hiçbir şeyi kadere havale etmiyoruz. Bu anlamda dindar olalım ya da olmayalım, aslında hepimiz seküler davranıyoruz. Bir taraftan kalıcı olan her şey yok oluyor, ama öte taraftan da büyük bir kontrol arzumuz var. Ama kontrol edebilme kapasitemiz çok düşük. İşte o aradaki boşluğu dünyanın her yerinde karizmatik liderler dolduruyor. Üstelik bu liderlerin başına kötü şeyler geldikçe, örneğin iktidarı kaybedince, itiraz edildikçe pek çok insan kendi hayat öyküsüyle o siyasal liderlerin hayat öyküsü arasında bir benzerlik kuruyor. Belki de kendi hayat öyküsünü onun siyasi öyküsünde aklıyor, temize çekiyor. Bu çoklu kriz ortamında bu liderler geçici de olsa, yanıltıcı da olsa bir şekilde bir güven duygusu tesis ediyor. Nitekim dünyanın her yerinde temel bütün kurumlara yönelik çok ciddi bir güven kaybı da var. O güven kaybının yarattığı boşluğu bu liderler dolduruyor.
- Herkesin susturulmaya çalışıldığı bir ortamda düşüncelerimizden vazgeçeceğimiz bir suskunluk sarmalına mı kapılırız, toplum itiraz edemez hale mi gelir sonunda? Yoksa tersi mi?
Bize kendi ömrümüz içinde çok haklı olarak çok uzun gelen dönemler, aslında çok uzun bir dönemin çok küçük bir parçası; insanlık tarihinin bize öğrettiği gibi, hiçbir siyasal sistem kalıcı olmadığı gibi, hiçbir suskunluk da kalıcı değil.
‘YA ÖLÜRSEM DEĞİL, YA AÇ KALIRSAM’ KORKUSU
- “Tedirginlik Çağı”nın yazarı olarak söyler misiniz, Türkiye’de insanı en çok ne tedirgin ediyor?
Tek bir tedirginlik yaşıyoruz diyemem. Yaşadığınız tedirginliği, sahip olduğunuz endişeleri büyük oranda sahip olduğunuz kaynaklar belirliyor. Toplumsal sınıfınız belirliyor. Bu siyaset biliminde çok bildiğimiz, çok kullandığımız klasik bir çerçeve aslında. Gelir düzeyi düştükçe ana endişe ekonomi; gelir düzeyi yükseldikçe temel endişeler daha değerlerle ilgili olmaya, nasıl bir dünyada yaşamak istediğiniz ile ilgili olmaya başlıyor. Bu gerilim, demokrasinin temel gerilimlerinden birisi. Örneğin salgın döneminde işinizi kaybettiyseniz, ekonomik kriz döneminde işinizi/gelirinizi kaybedeceğinize dair bir endişeniz var ise maddi hayatınız temel kaygınız tabii ki. “Yarın aç kalacak mıyım” sorusu neredeyse evrensel bir biçimde, tarihin her döneminde temel tedirginlik kaynağı. Bazı toplumlar, örneğin güçlü refah devletlerinin olduğu toplumlar, bu endişeyi gidermede daha başarılı. O toplumlarda demokratik değerler de daha iyi köklenebiliyor.
- Yani salgından ötürü “Yarın ben ölür müyüm” değil, “Yarın aç kalır mıyım” sorusu öncelikli…
Belirli gruplar için sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde öyle olduğunu düşünüyorum. Yani ekonomi böyle devam ederse çalışma yaşındaki bir insanın işsiz kalma olasılığı çok yüksek ama Covid olup ölme olasılığı çok yüksek değil. İşini kaybetme riski ile karşı karşıya kalan biri “Evin temel geçim kaynağıyım, işimi kaybedersem hepimiz aç kalacağız, öleceğiz” diye düşünüyor. Daha üst sınıflara geldikçe, gelir düzeyi yükseldikçe, işini kaybetme korkusu daha çok yerini hastalık korkusuna bırakıyor. Özellikle beyaz yakalıların büyük bir kısmı evden çalışmaya geçtiği için bunu söylemek mümkün. Orada bir sınıfsal çatışma var. O çatışmayı pek çok hükümet teşvikler, ekonomik paketlerle çözmeye çalışıyor. Ama bu çok ciddi bir ekonomik daralma ve uzun dönemli işsizlik sorunu ile yüz yüze olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Mevcut iktidarın başarısının en önemli nedenlerinden birisi ekonomik refah yaratmış ve bu refahı çeşitli mekanizmalarla alt sınıflara dağıtabilmiş olmasıydı. Salgınla perçinlenen ekonomik kriz, şimdi bu resmi kökten bir biçimde değiştiriyor…
- Ne değişiyor? Korku ve güvencesizlik toplumu nasıl dönüştürür?
Türkiye’de çok ciddi bir ekonomik daralma yaşanıyor. Bu bütün toplumsal sınıfları etkileyen bir daralma. Çok basitçe bilineni tekrar edeyim çok küçük bir azınlık dışında hepimiz yoksullaşıyoruz. Üstelik göreli bir refah döneminden sonra bunu yaşıyoruz. Klasik olarak siyaset bilimi alanında biz en çok seçmenlerin ekonomik performansa oy verdiğini söyleriz. Ama bu performans her zaman görelidir. Yani seçmenler daha önceki dönemlere göre ekonominin iyiye gidip gitmediğini değerlendirir. Şimdi objektif olarak baktığınızda iktidar kendi döneminin en kötü ekonomik performansını sergiliyor ama bu, yine de sandıklara yansımıyor.
- Yansımamasının akla, mantığa uygun bir nedeni olmalı..
Bunun pek çok kaynağı var. İlki ekonomi yönetimindeki sorunların dışsallaştırılması. Diyor ki iktidar “aslında ekonomiyi iyi hale getirebilirim ama faiz lobisi gibi birtakım güçler bunu yapmama izin vermiyor.” Bu, sorumluluğun sürekli dışsallaştırılması durumu, hemen her alanda zaten iktidarın temel söylemsel stratejisi olduğu için, gerçek olmasa bile iktidar tabanı tarafından benimseniyor. Bir diğer kaynağı ise giderek daha egemen hale gelen bir yaklaşım. Seçmenler diyor ki “Evet iktidar mevcut krizden sorumlu, ama bu krizi çözecekse yine o çözecek. Çözebilecek başka aktör yok.” Son olarak ise iktidar, kendisini sorumluluk almaya davet eden ya da onun başarısızlığına işaret eden her tür faaliyetin maliyetini giderek artırıyor. Seçmenler iyi işleyen bir ekonomi istiyor, ama buna sahip olmak için gereken maliyeti ödemek istemiyor.
- Aslında bugünlerde yapılan bazı anketlerde de “çözecekse o çözer” cevabına rastlıyoruz.
Basit gibi gözüken ama üzerinden bütün bir siyasal sistemin kuruluşunu anlayabileceğimiz bir cevap bu. Çünkü bu cevap seçmenlerin partilerle kurdukları ilişkinin niteliğinden bilgi alma mekanizmalarının şekillenmesine kadar onlarca değişkeni içeriyor. Ama temel mekanizması kutuplaşma ve partizanlık. Türkiye’nin bugün siyasal sisteminin en önemli özelliği seçmenlerin siyasal partiler üzerinden kutuplaşması. Kutuplaşma siyasal tercihimizin objektif durum üzerinden değil, sübjektif algılarımız üzerinden şekillenmesine olağanüstü katkıda bulunuyor. Siyasal partilerle kurduğumuz ilişkinin de iki boyutu var. İlki pozitif partizanlık, belirli siyasal partilerle ve/veya liderlerle çok güçlü duygusal bağlar kuruyoruz ve bunun performans üzerinden değişmesine izin vermiyoruz. Bir kere bu bağ kurulduktan sonra neredeyse takım tutar gibi bir ilişki oluşuyor. İkincisi ise negatif partizanlık. Şu an Türkiye’de oy verenlerin önemli bir kısmı, belirli bir partiyle kurduğu pozitif yakınlıktan daha ziyade diğer partilerle kurduğu nefret ilişkisi üzerinden siyasi davranışlarını belirliyor. O yüzden de oy tercihlerinde performansa bağlı geçiş çok kolay olmuyor.
- AKP oyunun maksimum MHP’ye gitmesi gibi…
Evet. Mesela “Ne olursa olsun AKP’ye oy veririm” diyen kitle düşüyor. Yani aslında AKP’den uzaklaşıyor ama “Ne olursa olsun CHP’ye oy vermem” diyen ve negatif kimliklenen kitle aynı kalabiliyor. Siyasal geçişkenliklerin artması için negatif kimliklenmenin düşmesi lazım.
- Öyleyse bugünkünden farklı tablo beklemek bir hayal..
Farklı bir sonuç yaratabilmek için kutuplaşmayı azaltıcı stratejiler çok önemli. Örneğin son dönemde bazı anket sonuçlarında negatif kimliklenmenin azaldığını gözlemledik. Özellikle muhalif partilere yönelik. Bunu mümkün kılan şey muhalefetin iktidarın söylemsel çerçevesinden çıkmasıydı. Ama sadece söylemsel çerçeveden çıkması yeterli değildi. Kutuplaşma öyle bir noktada ki her grup diğeri kazandığı takdirde maddi ve manevi ayrıcalıklarını da kaybedeceğini düşünüyor. Özellikle iktidar partisi seçmeni arasında bu korku yaygın. Oyunu değiştirdiği takdirde sahip olduğu ayrıcalıkları, maddi kazanımlarını, siyasal ağlarını kaybedeceğini düşünüyor. Seçim zaferlerinin arkasında bireysel tercihler kadar harekete geçen pek çok ağ var. Hemşerilik ağları, meslek ağları, mahalle ağları gibi…
- Seçmenler kaybetmekten korkunca daha mı konsolide oluyor?
Tabii ki. Örneğin ekonomiye bakın. Ekonomik büyüme tek başına bir ortak iyi değil. Onu nasıl dağıttığınız, pastayı nasıl bölüştürdüğünüz önemli. Bölüştürülecek pasta daraldıkça o pastadan kimi çıkaracağınız önemli. Özellikle ekonomik kriz döneminde hiç kimse pastadan çıkmak istemiyor. Çıkmaması da kendi çıkarlarını savunduğunu düşündükleri grubun, başarısız bile olsa, iktidarda kalması ile ilgili. Bu da başarısız performans sergilese dahi hükümete olan desteğin çok radikal bir biçimde azalmamasının başka bir nedeni. Tabii o pasta daraldıkça sorunlar artıyor, artacak. Ama burada önemli olan bu sorunlar arttıkça muhalif aktörlerin o pastayı yeniden “ortak iyi” olarak kurgulayabilmesi ve rövanşçı olmayan bir biçimde tüm samimiyetiyle eşit paylaşım sözü verebilmesi. Kutuplaştırıcı dili bıraktığınızda ve ortak iyiyi sahici bir biçimde sahiplendiğinizde negatif kimliklenme çözülmeye başlıyor.
- Muhalefetin dilini bu anlamda nasıl buluyorsunuz?
Ben açıkçası bu konuda çok ciddi bir dönüşüm görüyorum. Özellikle son iki seçim kampanyasında kutuplaştırıcı olmayan, dahil edici, ortak iyiyi birlikte kurmaya davet eden bir dil kullanıldı. Bu dili sadece sembolik düzeyde, değerler düzeyinde de kurmadı muhalefet. Ekonomik yeniden dağıtım sözü de verdi ve bu sözün dahil edici olduğunu da ifade etti.
- Ama bu sefer de kendi tabanında eleştiriliyor…
Evet, siyasetin hep iki yüzü var: Bir kendi kitlen bir de karşı kitle. Her siyasetçi bu iki gruba da konuşmak zorunda. Türkiye’de iktidar partisi özellikle son 10 yılda sadece kendi kitlesine konuşmayı tercih etti. Diğer tarafı ise neredeyse vatandaş olmayan olarak kodladı. Şimdi muhalefet bir ortak iyiden bahsettiği zaman, dilini yumuşattığı, uzlaşmacı bir siyaset güttüğü zaman, kendi tabanından tepki görüyor. Nitekim kendi tabanı uzlaşmadan daha çok, kendi öfkesini dillendiren siyasetçi görmek istiyor. İçini soğutan siyasetçi istiyor. Karşı tarafla konuşan siyasetçiye “Benim başıma neler geldi, sen bunlar olmamış gibi, her şey normalmiş gibi davranıyorsun, buna hakkın yok” diyor. Muhalif siyaset, esasen bu bıçak sırtı dengeyi en iyi kuran, onu en iyi yöneten aktörler tarafından inşa edilebilecek. Bunun da çok ciddi bir sahicilik içermesi gerekiyor. Doğruluk değil, sahicilik çağında yaşıyoruz. Trump örneğinde gördük, seçmenler yanlış bile olsa sahici olduklarına inandıkları liderlerin arkasından gidiyorlar.