Halka dayanmak

“Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir.” Bu Cumhuriyet’in mottosu ve çağdaş devletin de temelidir. Bütün çağdaş demokrasilerin ulaşmak istedikleri son nokta budur. 600 yıllık kul devletine karşı ülkesi işgal edilmiş Türk toplumunun tarihi tepkisinin varmak istediği amaçtır.

Doğan Kuban

Çağdaş dünya, insanın birtakım koşullarla başka bir insan otoritesine bağlı olmasını kabul etmeyen bir dünyadır. Fakat bu ideal milyarların, zorbaların kölesi olarak yaşamalarını henüz engellemedi.

Cumhuriyet Motto’sunu çağdaş dille tekrarlarsak “Egemenlik hiç bir koşula bağlı olmadan ulusundur.” Bu Türk insanının çağdaşlık andıdır. Cumhuriyetin dünya vizyonunun temelidir. Halk arasından seçilmişlerin görevlendirildiği yönetici sisteme hükümet diyoruz. Ödevi halka hizmet etmektir. Bu görevin yanlış anlaşılması pratikte halkın görev verdiği bir hizmet sisteminin, Osmanlı’dan kalan alışkanlıklar biraz da insanların doğasından kaynaklanan davranışlarla egemenliği çalması ile başlıyor. Bizim görev verdiğimiz hükümettir. Hükümet hükmeden demek. Fakat hükmettiği şey nedir? İnsan mı? Yoksa insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler mi?

SEÇİLEN YÖNETİCİ EGEMEN DEĞİLDİR

Asıl egemen halk olduğuna göre, yöneticinin görevi, kendisine tanrı tarafından verilen bir egemenlik statüsü değildir. Halkın ona verdiği bir görev ve gerektirdiği bir sorumluluktur.

Bu onun her hangi bir kişiye egemen bir konumda olduğunu ifade etmez. Kişilerin yaşamlarını ilgilendiren genel ya da özel konularda sistemin çalışmasından sorumlu bir görevlidir. Kişiye baskı yapma hakkı yöneticilere verilmemiştir.

Bu bizim anayasamızın tanıdığı, çağdaş ve uygar bir insanlık anlaşmasıdır. Bir bakan, vatandaş olarak bir köylüden daha önemli bir değildir. Fakat toplumsal statüsü, kendisine değil, devlete karşı gösterilen saygı ve sevginin odağı olabilir.

Bu bağlamda abartılı tutumların kökeni imparatorluk geleneğinden kaynaklanır. Bu aşiret reisi, bey ya da sultan adını taşıyan tesadüfi yönetici ile halk arasında tesadüfi bir egemenlik durumudur. Bu gelişme sürecinde bir menfaat alışverişi sistemine dönüşmüş, kimi yöneticilere neredeyse tanrısal statüler kazandırmıştır. Çağdaş toplum bu statüleri ortadan kaldıran toplumlara deniyor.

Kulluktan yeni çıkmış, dünya görgüsü sınırlı bir toplumda, bu statü cumhuriyetle ortadan kalkmıştır. Çünkü insan onurunun yaralayan ilkel bir durumdur.

Halkın mutlak egemenliği sorunu toplumların dünya bilgisi ve öğretim düzeyi, toplumsal gelişmesi ile orantılıdır.

CUMHURİYET İLE GELEN

Cumhuriyet Türkiyesi yitik imparatorluğun harabesi üzerine, bazı deneyimlerin varlığı ile başladı. Batı ile buluşmaya çalışan bir geç Osmanlı yapısından Batıyı kesin örnek alan Cumhuriyet yapısına uzanan süre 18. yüzyılda başladı. Türk halkı Cumhuriyete seçim, mebus, muhtar, hakim, savcı, öğretmen, vali, jandarma gibi hükümet kurumları temsilcilerini tanıyarak geldi. Cumhuriyet dönemi Ankara’da düzenlenen programlanan etkinliklerini yurt yüzeyine yaydı. Eğitim ve öğretimle ve büyük bir vatanseverlikle güçlendirdi.

Seçimler Cumhuriyet ideolojisini pratiklerle yaygınlaştırdı. Anadolu-Rumeli halkı o dönemin hâlâ sömürge rejimi altında yaşayan Müslüman ülkeleri halklarından çok farklıydı. Halk Tanzimattan bu yana, dünya ile bir şeyler paylaştığını biliyordu. Gerçi kul henüz vatandaş olmamıştı. Fakat ülkenin kalbi olan İstanbul’da belediye, yeni öğretim kurumları, Avrupa üslubunda konut ve yapılar, 100.000 yabancı pasaportlu Avrupalı yaşıyordu.

Türkiye katı bir İslam toplumu değildi. Müslüman olmayanların sayısı Anadolu ve Rumelinin kent ve köylerinde çok büyük orandaydı. Bu birikim Osmanlı kozmopolit imparatorluğunun son yüzyılının mirasıdır. Biz 1950’den önce çağdaş bir hükümet yapısı ile ulusal ve laik bir devlet kurduk. 1938’de Mustafa Kemal Atatürk ölmeden önce Cumhuriyet bütün kurumları ve potansiyeli ile kurulmuştu.

1950’DE BAŞLAYAN MANİPÜLASYON

Politik kavga 1950’den sonra Batı güdümlü islamcılık ideolojisinin manipülasyonu ile başladı, bugün de devam ediyor. Cumhuriyet bürokrasisinin gücünü kıran, yeni kurulan partilerin, Amerikan kaynaklı İslami toplum programlarını sisteme aşılamaları ile başladı. Bir ölçüde başarılı oldu. Bunun sonucu bugünkü durumdur.

Ne var ki tüketim, teknoloji, küresel ekonomi ve çağdaş iletişim, Suudi Arabistan’da bile, Batının Müslümanları çekmeye çalıştığı ilkel ideolojilerle uyuşmuyor. Bizde hükümetler dolaylı ve dolaysız olarak bu mücadelelere araç oldular. Birleşik Amerika ve Batı’nın 150 yıllık Ortadoğu politikalarının piyonu olarak, bilinçli bilinçsiz çalıştılar. Fakat iletişim ve tüketim dünyası eski usul emperyalizmin belini kırdı. Teknoloji egemenliğinin Asya merkezli ortakları Batının gücünü sınırladılar. İletişim, yerli zorbalığın sınırını kısıtladı.

Yine de bir yandan tüketim üzerinden haraç alan, öteyandan egemenliğini cehalet üzerine kuran hükümetler ile bu toplumları şimdi içinde bulundukları kaosa sürükledi. Teknolojik geri kalma örneğin hükümetin uzmanlık düşmanlığı, din vurgusunun politika aracı olarak kullanılması ve teknoloji müşteriliği ve eğitime din baskısı, toplumu çağdaşlıktan uzaklaştırıyor. Hükümetlerin devlete yüklediği borcu ve onunla birlikte işsizliği en üst düzeylere yükseltiyor.

Bu durum insanları kaygısız ve ahlaksız yapan bir faktör olarak toplumun belini büküyor. Keyfilik ve despotizm bunun hükümete yansıyan sonucudur. Kuşkusuz bu sonuçta toplumsal cehaletin olanak verdiği bilinçsizliğin de etkisi büyüktür. Bu yargılar benim kişisel yorumlarım değil, genelleştirilmiş nesnel gözlemlerdir.

Bu durum, özet olarak, bir tarafta bütün kademeleri ile kazan kapaklarının sıkıştığı öte yanda halkın rahatsız olduğu, bir kavga ortamı yaratıyor.

CAHİLİN BİLDİĞİ VE POLİTİKANIN DİN’İ

Sevgili okuyucular,

Toplum büyük bir kriz geçiriyor. Geleceğin tarihçileri toplumun belini büken çağdaşlık dışı cehaletin, dış kışkırtmalarla güçlenerek ve çağdaş medya ve reklamın teknik olarak gelişmiş yardımlarıyla toplumu uyutarak ya da afyonlayarak, nasıl bu sonuca ulaştığını bilimsel olarak kanıtlayacaklardır.

Gerçi bu sadece bize özgü değil, özellikle İslam dünyasının hâli. Her ülkede toplumun dokusuna ve dış etkilerin gücüne göre durum değişiyor. Milletvekili, müdür, başkan, polis, jandarma zorba ise halkın ‘adam sen de demesi’ doğaldır. Bu yozlaşmış demokraside uydurma imgeler icat ediliyor. Eski imgeler yeni amaçlarla kullanıyor: Rüşvet sosyal yardımla örtüşüyor; Yalan devlet sırrı ile örtüşüyor. Eğitimde gericilik demokrasi ile örtüşüyor. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet halkın egemenlik bilinci kazanması amacını güdüyordu. Bu bilinç Türk halkının çağdaş uygarlık düzeyine gelmesini sağlayacaktı.

Neden olmadı? Çağdaşlık, imgenin yozlaştırılması yöntemiyle din düşmanlığı ile eşdeşleştirildi. Bu yöntem cahil halk üzerinde her zaman etkilidir. Çünkü cahilin bildiğini sandığı tek şey din. Aslında Türkiye bunu aşmıştır.

Şimdi savaş cehalete ve uzun sürmüş bir beyin yıkamaya dayalı vurdum duymazlıkladır. Cehalet boş bir sav değil. Bir Osmanlı gerçeğidir. ‘Osmanlı olalım’ sözünün arkasında şu gerçekler var:

‘OSMANLI OLALIM’IN ARKASINDAKİ GERÇEKLER

• Avrupa’da ilk üniversiteler 13. yüzyılda; Osmanlı Türkiyesi’nde üniversite açma çabası Abdülmecit’le başlamış, 1896-1916 arasında 10 yıl çalışmış. Sonra Cumhuriyetle yenisi açılmış.

• Avrupa’da 1447-1500’de (53 yıl) 30 000 kitap basılmış. Osmanlı Türkiyesi’nde 1728-1800’de (72 yıl) 80 kitap basan sadece bir matbaamız var.

Bugünkü Türkiye’nin hali, 15. yüzyılda daireyi kareleştirmeye çalışan Alman Kardinal Nicolas Cusa’nın savına benzer. Cusa felsefi olarak minimum la maximum arasında bir ilişki olduğu savını matematik olarak kanıtlamaya çalışıyordu. Bunun olanaksızlığı ispatlanmıştır.

Olanaksız hayallerle halkı oyalamaktansa halka çağdaş gerçekleri ulaştırmak bir kutlu görevdir. Hayal kurmayı bıraksak ve Türkiyeyi kaostan çıkarmak için politikadan başka şeyler düşünsek. Örneğin dünya üniversiteleri içinde 500-600’ler arasına düşen ODTÜ ve İTÜ’yü eski düzeylerine getirmek için çaba sarfetsek!