Hakiki Çengelköy hıyarı

Boğaz’ın bir zamanlar “zerzevatı” ile ünlü Çengelköyü’nde de betonlaşma sürerken, hıyar ekecek bostan, bahçe nerdeyse kalmadı.

Artun Ünsal

“Çengelköy hıyarı” da kaybolalı epey oldu. Bu körpe “bademleri” eşsiz kılan birçok etken vardı. Ama en önemlisi, yetiştiği toprağın hafif meyilli olması ve bütün gün güneş görüp, kuzey rüzgârından korunaklı olmasıydı. Heyhat! Boğaz’ın bir zamanlar “zerzevatı” ile ünlü Çengelköyü’nde de betonlaşma sürerken, hıyar ekecek bostan, bahçe nerdeyse kalmadı.

Eskilerde, bahçeciler sabah erkenden kopardıkları günlük hıyarları sepetlerine doldurur, o günlerde köprü yok, kıyıda bekleyen pazar tekneleriyle Eminönü’ne giderlerdi. Meydana adım attıklarında, sepetleri boşalırdı; o denli “hastası” vardı.

Çengelköy salatalıkları ufak ve tombulca, kabuğu açık yeşil renk, az çekirdekli ve kütür kütürdür. Şimdilerde dört mevsim serada yetiştirilmesine karşın, İstanbul’da “Çengelköy hıyarı” diye satılan ince, koyu yeşil, tek tip vitrin hıyarlarından dokusu ve lezzetiyle çok farklıdır. Yine de 1990’ların sonuna dek, hasat zamanı, 20 Haziran- 10 Temmuz arası, Çengelköylü bir bahçecinin cadde üzerindeki “Vatandaş Manavı”na getirdiği birkaç sepet hıyardan, şanslıysak biraz alabilir, hasret giderirdik.

Lakin bu “son turfanda” hıyarların da arkası kesildi. Beş altı yıl oluyor, köyün yerlisi Yaşar Pelit dostuma , “Yukarıda, yazın oturduğun evin bahçesinde boş bir yere birkaç kök de olsa Çengelköy hıyarı dikiver yav”, deyip duruyordum. Beni kırmaz, ama “Ah hocam, tohumunu bir bulabilsem” diyordu.

Çözüm, “dededen hıyarcı” emekli bahçıvan Bilal Efendi’den geldi; elindeki son tohumları çimlendirmeyi başarmıştı. Yaşar’a bu değerli emaneti teslim etmiş, “Bahçende yetiştir hele, tohumları senden alırım” deyip, bir güzellik yapmıştı. Bu, artık unutulmuş hafif uzunca, pembe renkli nefis Arnavutköy çileğinin yeniden canlanmasını beklemek gibi bir şeydi. Bahçeye ekilen bu tohumlar tuttu, büyüdü, meyve verdi. “Hasat töreni”nde Yaşar’ın sevincine ortak olmuştum. Bayağı emek sarfetmişti: Toprağın hayvan gübresiyle gübrelemiş, yağmurda ıslandıktan bir süre sonra belleyip , ardından “ocak” denilen çukurlar açmış, her birine gene bir avuç hayvan gübresi koymuş tohumları dikmiş, “can suyu” nu vermişti. Sonrası, 3-4 günde bir düzenli sulamayı, arada bir çapalamayı da ihmal etmemişti. Bu minik “tarladan” üç beş kilo hıyar ya çıkar ya çıkmazdı. Yine de, çok keyiflenmiştik.

Posta gazetesindeki haftalık yazımda verdiğim bu müjdeye, Yaşar’ın resmini de koymuşlardı; “Çengelköy hıyarı yaşıyor!” başlığının hemen altına. Çok gülmüştük... Gelgelelim, Yaşar’ın ertesi yıl için ayırdığı tohumlar çimlenmedi. Sonraki yıl, bir başka eski bahçeciden aldığı tohumları denedi. Bunlar da düş kırıklığı… Hıyar sevdası sona erdi sanıyordum; meğerse şu sıralar bana bir sürpriz yapacakmış. Birinden bulduğu hıyar tohumlarını ıslak çul içinde filizlendirmiş, ektiği köklerin hepsi de tutmuş, “çiçeğe gelmiş”, hıyarcıkları bekliyormuş heyecanla. Ama şu işe bak, haziran başındaki şiddetli yağmurlar sonrasında, hıyarların yaprakları kararmaya, çiçekleri dökülmeye başlamış. Gökten bereket yağmışken, nasıl olur? Aile dostu Ömer Amca’ya danışmış, o da sormuş, “Yağmurun ardından onlara su verdin mi?..”

“Bunca yağmurdan sonra, bahçe sulama haa?” diye şaşırmayın. Yağmur suyu hıyar köküne “ağır gelirmiş”; içinde bulutların taşıdıkları çöl kumu tanecikleri, asit partikülleri veya başka şeyler de olabilirmiş. Her yağmurun sonrası, hıyar köklerini sulayıp arındırmak gerekirmiş. Yoksa “Sahra” hastalığına tutulurmuş. Yaşar, hemen sulamaya girişmiş ama, galiba çok geç. Hıyarların çoğu bitik durumda, yaprakları kurumuş, sadece 3-4 tanesinin çiçekleri “baş vermiş”, o kadar.

Yaşar, “Bari büyüyüp şişseler de tohumluk alabilsem” diye dua ediyor. “Üzülme” dedim, Sen ‘tekeden süt almasını bilen’ bir insansın; bu sene olmadı, seneye muhakkak...”