Hakan Bıçakcı'dan 'Uyku Sersemi'
Hakan Bıçakcı,”Uyku Sersemi” adlı romanında Alzheimer hastası bir şehir portresi çıkarıyor ortaya; anıları, geçmişi, tarihi silinen bir şehir…
Asuman Kafaoğlu BükeSon birkaç gündür aklıma Woody Allen’in Kahire’nin Mor Gülü (1985) filmi geliyor. Başrol oyuncusu, bunalımlı ruh hâliyle kaçıncı kez aynı filmi izleyen seyirciyi (Mia Farrow) fark edip beyaz perdeden dışarı çıkıyordu. Sinemada ve edebiyatta gerçek ile kurguyu birbirine karışmış şekilde veren çok sayıda eser vardır ama ben ilk kez bu hafta, Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı Uyku Sersemi’ni (İletişim Yayınları) okurken kendimi böylesine bir romanın içinde hissettim. Romandaki sesler bizim mahallenin inşaat gürültüsüyle karışıyordu.
Uyku Sersemi’nin ilk bölümünün adı “Mutlu Son” ve tabii bir roman mutlu sonla başlıyorsa işler kötüye gidecektir, okur önsezilerimiz bunu söyler bize. Kahraman adlı roman kahramanı, senelerdir üzerine çalıştığı İstanbul rehberinin yayımlanması konusunu görüşmek üzere yayınevine gider. Çok olumlu geçen toplantıda rehberin yüz binlerce adet basılacağı ve birçok farklı dilde aynı anda piyasaya sürüleceği konuşulur. İstanbul’un tarihî ve az bilinen güzelliklerini tanıtacaktır kitap: eski sinema salonları, pastaneler, kitapçılar, meyhaneler… İstanbul’daki tarihî ve önemli yerlere odaklanan, alternatif bir şehir rehberi olacaktır kitabı, “İstanbul’u derinlemesine gezmek isteyen turistler ve yaşadığı kente düşkün insanlar için benzersiz bir başvuru kitabı” olmasını ister. Her şeyi listelemeyi seven Kahraman sevdiği ve sık gittiği mekânları bir kitapta toplayacağı için ayrıca mutludur. Toplantıdan çıktığında içi içine sığmaz, sevinç içinde reklam şirketinde çalışan sevgilisi Elif’in evine gidip ona yemek hazırlar.
MUTLU SONLA BAŞLAMAK
Yaralı bir örümceğin olası varlığı dışında her şey normal görünür. Belki Kahraman’ın hayatının en mutlu ve umutlu günlerinden biridir. Her şey hem normaldir hem de her İstanbullunun bildiği ve alıştığı şekilde, çok anormaldir. İstiklâl Caddesi’ni “patlamak üzere olan bir bomba” olarak betimler. Beyoğlu’nda sokak başlarında TOMA’lar ve polis zinciri arasından geçmek gerekir. Ara sokaklara girildiğinde şehrin her tarafında olduğu gibi hafriyat ve çimento kamyonları beton çölüne dönmüş şehrin yollarını tıkar. “Beton bombardımanı altında bu şehir”de Kahraman mümkün olduğunca aklını takmadan, tinerci sokak çocuklarının arasından slalom yaparak hedefine ulaşmayı başarır.
Kahraman’ın kendi evi de şehrin şantiye hâlinden payını alır. Bitişik nizam evlerden oluşan mahallesinde her iki yanındaki apartman yıkılmış, inşaatları sürer. Doğal olarak Kahraman’ın gece uykuları da bozulmuştur çünkü inşaatlar geceleri devam eder. Gece çalışmayanlar ise hırsızlıktan korunmak için projektörlerle tüm mahalleyi aydınlatır. Gündüzleri gürültüden geceleri ise yapay ışıktan bütün şehir halkı yorgun düşer.
Romanın ana teması ise aslında herhangi iki İstanbullu yan yana geldiğinde ne konuşuyor, neden dertleşiyorlarsa o. Ama Kahraman’ın hali hepimizinkinden daha kötü çünkü onun hevesle yazmaya başladığı rehber, her geçen gün içeriğini yitirir. İlk görüşme için gittiği kitapçının yakında kapanacağını, tarihî sinema salonunun devredildiğini, eskiden sık sık gittiği pastanenin ise çoktan parfümeriye dönüştüğünü görür. Büyük bir hızla yaşadığı şehir, karakterini kaybediyordur. Karakter ile birlikte anılar da yok olmaya başlar.
Kahraman’ın hayatında canlı varlığını koruyan şeylerle git gide solan şeyler ayrı önemde duruyor. Örneğin, artık dinlemediği müziklerin topluluklarının tişörtlerini gece yatarken pijama niyetine giyiyor. Faith no more ya da Kraftwerk tişörtleri gibi ama bunlar artık dinlenmeyen müziği simgelediği için solmuş. Unutuluşu, silikleşme ile simgeleştirerek anlatıyor.
Bir yandan unutuluş silinmeye neden olurken yaşananlar da dönüşümü tetikliyor. Örneğin Kahraman’ın komşusu kadın, sürekli azar işittiği kocası yüzünden zamanla değişime uğruyor: “Buraya taşındığımdan beri adım adım izliyordum çöküşünü, neşeli tabiatı yavaş yavaş bozulmuştu.” Sonunda değişim çoğaldığında başka bir benlik, başka bir görüntü bile çıkıyor ortaya.
DİSTOPYA
Bıçakcı, Alzheimer hastası bir şehir portresi çıkarıyor ortaya. Anıları, geçmişi, tarihi silinen bir şehir. Yazının başından beri sık sık çok tanıdık bir ortamı anlattığını söylüyorum belki ama bir romanda bu gerçeklerin sıralanması (ki Kahraman’ın en sevdiği şey sıralamak) nasıl bir distopya içinde yaşadığımızın kanıtı gibi duruyor. Distopyalar, insanlık koşullarından çıkmış bir ortamdaki yaşamı anlatır; edebiyat tarihinin en bilinen örneklerinde olduğu gibi pesimist bir dünyada, insan kalma çabasını... Bıçakcı da tüm gerçekleriyle anlattığı şehrin dönüşüm hikâyesini bir distopyaya çeviriyor.
Uyku Sersemi’nin başı ile sonu döngüsel yapıda birleşiyor: ilk başta şehri gezen turist grubu romanın sonunda yine aynı yönde ilerlerken görülüyor. Belki bu yüzden romanın ikinci yarısında biraz tekrara düşüyor anlatı. Kahraman benzer olayları tekrar tekrar yaşarken her seferinde aynı duygulara götürüyor okuru. Hep aynı şekilde dönerek dans edenler de yaşam sevinci yerine anlamsızlığın simgesi hâline geliyor.