Hacıbektaş’ta neden suç yok?
Bu soruya verilecek cevap tek kelimelik: Kültür! Hacı Bektaş’ın geleneği, suç işlemeye engel olduğu gibi; ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımını da ortadan kaldırıyor.
Zülfü LivaneliHakkında hiçbir şey bilmediğim Alevilikle ilk karşılaşmam müzik yoluyla oldu. İzninizle bu karşılaşmayı, Sevdalım Hayat adlı anılarımdan aktarayım:
“Bir başka büyük etkiyi de Mecitözü’nde yaşadım. Adliye müfettişi olan babam yaz tatillerinde teftişe giderken bazen beni de götürürdü. Çorum ve ilçe adliyelerini teftiş edecekti o yaz. Bir aydan fazla Çorum’da kaldık. Bir gün yolumuz Mecitözü ilçesine düştü. Adliyede incelemelere başlayan babam, savcıdan o yörelerde iyi saz çalan bir âşık olup olmadığını sordu. Çok ünlü biri varmış. Yanıma başkâtibin oğlunu verip ona yolladılar beni. Çocuğun adı dikkatimi çekmişti: Burhan Felek.
O sıralarda pek boyuma posuma bakmadan, eve gelen gazetelerdeki köşe yazarlarını okuma alışkanlığındaydım. Garip gelecek ama en sevdiğim iki yazar, kullandıkları sözcüklerin bir bölümünü anlamadığım Burhan Felek ve Refi Cevat Ulunay’dı.
Çelimsiz bir çocuk olan Burhan Felek beni kulübe gibi bir eve götürdü. Orada yaşlı, sakallı bir dededen bağlama dinledim. Müzik yaşamımın belki de en önemli günüydü o, yaşamımın yönünü değiştirmişti. Dede erenlerin çaldığı müzik aleti, daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Radyo sazı denilen o yavan ve sıkıcı üsluptan o kadar farklıydı ki, anlatamam. Ezgiyi üç telde tamamlıyor ve akorlarla zenginleştiriyordu. Klasik gitar tekniğiyle işleyen sağ eli öylesine ritmik bir zenginlik çıkarıyordu ki ortaya, şaşırıp kalıyordum.
Müziğimin kaynağı
Çaldığı deyişler de farklıydı. Anadolu’nun arkaik sesleriyle ilk kez karşılaşıyordum, çok heyecanlanmıştım. Bağlamayı incelemek için izin istedim dededen. Elime aldım ve hiçbir şey çalamadım; benim tanıdığım çalgı bu değildi. Tellerin hangi seslere akort edildiğine dikkat ettim, o günden sonra en büyük çabam o çalgıyı öğrenmek oldu.
Yıllar sonra ilk plaklarım çıktığı zaman, değişiklik duygusunu yaratan, beni diğer değerli müzisyenlerden ayıran, “Ne ilginç bir saz çalma biçimi” dedirten etki budur. Karlı Kayın Ormanı gibi birçok parçanın bestelenmesi, o dedenin bana tanıttığı uçsuz bucaksız pentatonik müzik kaynağı sayesinde mümkün olmuştur. Dedeyi tanımadan önce saz hoş bir oyuncaktı benim için. Radyoda yayımlanan halk müziği programlarından nefret ediyordum. Hiçbir müzikal çağrışım yoktu yaptıkları işte. Bu yüzden Portofino gibi, Tom Dully gibi parçaları ya da İspanyol flamenco’larını çalmaya özeniyordum ama dede farklıydı. Çok ciddi ve zengin bir müzikti onun yaptığı. Sonraları bunu iyice kavradım. Dedenin çaldığı bağlama tarzı, dünyadaki pentatonik müzik geleneğinin en usta örneklerinden birisiydi. Bu müzik yoluyla Uzakdoğu’dan İrlanda folk müziğine, Afrika’dan blues’a kadar her akraba müzikle ilişki kuruyordunuz. Yaptığı müziğin temelinde güçlü bir ses sistemi vardı. Eğer o dedeyi dinlememiş olsaydım ne saz çalmaya devam ederdim, ne de beste yapardım. Dedim ya; Batı müziğini tanıdığım için radyo sazı yavan ve tatsız geliyordu. Çalgıyı neredeyse bırakmıştım.
Ankara’ya dönünce böyle bir sazı nasıl yaptıracağımı, bu üslubu kimden öğrenebileceğimi araştırmaya koyuldum. Sonunda Hamamönü’nde atölyesi olan Yusuf Erenler’i buldum. Dükkâna girdiğimde orta boylu, hoş yüzlü, bıyıklı bir adam, bir yandan elindeki sapı rendeliyor, bir yandan da talaşlar arasına yerleştirdiği bir çay bardağından rakı içiyordu. İçeri girince bana soğuk soğuk baktı. Bağlama düzeni saz yaptırmak istediğimi söyledim. Uzunca bir süre süzdü beni. “Sen saz çalmayı biliyor musun ki?” diye kuşkulu, hatta alaycı bir ifadeyle sordu. “Biliyorum!” dedim. Duvarda asılı sazlardan birini uzattı, “Çal bakalım o zaman!” dedi. Ben de bildiğim usulde saz çalmaya başladım. Gözleri hayretle açıldı, “Yahu sen gerçekten çalıyorsun” dedi. O andan itibaren ünlü saz ustası Yusuf Erenler’in müthiş takdirini kazanmıştım ama ne yazık ki hemen arkasından sordu: “Adın ne?”
“Ömer!” dedim, iki ismimi de kullanıyordum; o gün de “Ömer” diyeceğim tutmuştu. Saz ustası bunu duyar duymaz kıpkırmızı kesildi ve “Neee! Ömer mi?” diye bağırdı: “Hemen çık git bu dükkândan!”
1400 yıldır yasak isim
Neye uğradığımı şaşırdım, ne dediğini anlamadım. Sonra benim perişan halimi gördü ve dedi ki: “Sen bilmiyorsun ama Ömer ismi bizde yasaktır. Arkadaşlar gelir, burada bir ‘Ömer’ görürse yandık.”
O zamana kadar ben ne Alevi inancını duymuştum, ne mezheplerden haberim vardı, ne de Ömer, Bekir ve Osman isimlerinin 1400 yıldır yasak olduğundan...
“Ama benim bir adım da Zülfü” dedim. Yumuşadı, “Haa, o zaman olur!” gibi bir şeyler söyledi.
Sonra onunla çok iyi dost olduk. Bana hem güzel sazlar, curalar yaptı hem de bağlama düzeni çalmanın tekniklerini kaptım ondan. İlk albümlerimi de şimdi ölüp gitmiş olan bu efsanevi ustanın sazlarıyla kaydettim. 2000 yılında Princeton Üniversitesi’nde, Albert Einstein’ın ders vermiş olduğu ve pencereleri e=mc2 formülünün işlenmiş olduğu vitrayla kaplı salonda Alevilik üzerine konferans verirken, içimden gizlice, ilk tanıdığım Aleviler olan Çorum’daki dedeyi ve Yusuf Usta’yı da andım.‘’
Yıllar sonra bu konferans metnini yayımlamamın nedeni, bu konuda eğriyi doğrudan ayırmak ve Aleviliği elden geldiği kadar nesnel biçimde anlatma ihtiyacından kaynaklanıyor.
Bildiğiniz cemaat değil
Bir not da konferansta kullandığım ‘cemaatçilik’ kavramı üzerine.
Bugünlerde Türk basınında cemaat kelimesi çok moda. Oysa ben bu konferansı 2000 yılında vermiştim ve dünyadaki cemaatleşme olgusundan söz ediyordum. Bu kavramı kullanıyor olmamın güncel gelişmelerle ilgisi yok. Olsa olsa mütevazı bir öngörü sayılabilir.
Bu yazının, konuyu hiç bilmeyen yabancılara anlatılmak üzere hazırlanmış bir konferans metni olduğunu da tekrar vurgulamak isterim.
Hacıbektaş’ın cezaevi neden kapatıldı?
Benim rüyam, her türlü değer ve ölçünün merkezine insanın yerleştirildiği bir dünya yaratılmasıdır. Bu, ırk ve din ayrımını, milliyetçiliği, bölgeciliği, ideolojik ayrımcılığı; bunlardan kaynaklanan her türlü fanatizmi ve şiddeti önleyebilmenin tek yoludur.
Dünyayı daraltan ve insanları tehlikeli biçimde birbirine düşman eden cemaatçilik, genişleyen dünyayı tehdit eden bir öğe olarak karşımıza çıkıyor.
Cemaatçiliğin alternatifi evrensel bir beraber yaşama teorisi ya da inancı olabilir.
Böyle bir amaca ulaşılabilmesi için 20. yüzyılda çeşitli modeller denendi. Özellikle Almanya’nın uygulamaya çalıştığı ve “multi- kulti” adı verilen çokkültürlülük programının yarar sağladığını söylemek epeyce zor. Çünkü multi- kulti programı, başat (dominant) bir kültürün yanında yer almış kültür gettoları yaratılması sonucunu doğurdu. Azınlık içinde azınlık grupları yarattı. Olumlu ayrımcılık (positive discrimination) denilen olgulara yol açtı.
Kısacası Alman federal ve eyalet hükümetlerinin büyük paralarla uygulamaya çalıştığı program, cemaatleşmenin önüne geçemedi.
İslamda cemaatçilik
İslam dininin cemaatçilik ögesi de son zamanlarda çok vurgulanır oldu. Hatta İslamda cemaatçiliğin kaçınılmaz olduğunu savunan görüşler ortaya atıldı.
Bugün Türkiye mahkemelerinde 27 bin cinayet davası görülmekte... Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir sayı değil bu... Çünkü din uğruna, vatan, namus, ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi geleneklere göre pek de utanılacak bir şey değil. Diğer suçlar ise cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda...
Ne yazık ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Suç ve şiddet, dünyanın değişik bölgelerine yayılmış durumda... Son zamanlarda Amerikan halkını dehşete düşüren çocuk cinayetleri de bunun göstergelerinden biri...
Oysa Hacıbektaş’ta...
Şimdi size Hacıbektaş’tan söz etmek istiyorum.
Adını 13. yüzyılda Horasan’dan gelerek buraya yerleşmiş bir manevi otoriteden alan bu kasabaya, her yıl ağustos ayında 500 bin kişi geliyor. Türkiye’nin her yöresinden Hacı Bektaş’ı anmak için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok.
Sıcak havada kadın erkek ağaç altında yatıyorlar. Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar. Ve günlerce süren bu festival sırasında hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesicilik, ne ırza tecavüz, ne hakaret...
Yarım milyon insan, o zor şartlarda kardeş olarak yaşıyor.
Dualarını kadın ve erkek bir arada dans ve müzikle yapıyorlar. Kasabada cami yok. İslamın alışık olduğumuz ibadet biçimlerinden hiçbirine rastlanmıyor burada...
Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum:
Bu kasabada yıllardan beri hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı, 1995 yılında aldığı bir kararla hapishaneyi kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu.
İşlenmiş bir tek suç kaydı olmadığı için, jandarma ve polis defterleri de tertemiz.
Nasıl oluyor?
Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye’nin tam ortasındaki bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor? Suçun her çeşidini dışlayabiliyor?
Bu sorulara verilecek cevap tek kelimelik:
Kültür!
Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor. Hacı Bektaş’ın geleneği, suç işlemeye engel olduğu gibi; ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımını da ortadan kaldırıyor.
Bugün Türkiye’de onun yolunu izleyen milyonlarca insan, “insan kardeşliği” düşüncesinde birleşiyorlar. Yaşadıkları kasaba ve köylerde cami yok. Namaz kılmıyor, kutsal ramazan ayında oruç tutmuyorlar. İbadetlerini saz eşliğinde söyledikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada... Kadınları çarşaf içinde değil...
Erkeklerin dört kadınla evlenmelerine de hiçbir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört kadını, ikinci bir kadın almak bile “yol düşkünü” olmak sonucunu doğuruyor.
“Yol düşkünü”, işlediği herhangi bir suçtan dolayı toplum dışına itilmek anlamını taşıyor.
Şarap yapmayı biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dionysos bağ bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta...
Bu kültür nasıl oluştu?
21. yüzyıla aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti? Bu soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13. yüzyıla gitmek gerekiyor.