‘Güvencesizler’ en önemli siyasal aktör olabilir

İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü Seren Selvin Korkmaz virüsün etkilerini değerlendirirken, böyle zamanlarda ülkelerin yöneticilerini ve politikalarını test ettiğini söyleyerek şu yorumu yapıyor: “Türkiye’de mevcut iktidar sıklıkla ‘büyük ve güçlü Türkiye’ söylemine dayanıyordu. Eğer hakikaten kast edilen güçlü bir Türkiye ise devlet en zor zamanında yurttaşlarına, onların ödediği vergilerin karşılığı ve sorumluluğu gereği destek olabilmeli. Üstelik bu destekler yöneticilerin veya bireylerin lütfuna bırakılmamalı." Korkmaz'a göre, siyasi suçlardan tutukluların kapsam dışı bırakılması kin göstergesi. Korona sonrası adalet ve eşitlik vurgusu çok baskın olacak, popülist siyaset var olmakta zorlanacak. Güvencesizler ise en önemli siyasi aktör olabilir.

İpek Özbey

- Sosyologlara göre Koronavirüs dört aydır sarstığı dünyayı kökünden değiştirecek. Peki biz siyasette bu değişimin izlerini nasıl göreceğiz? Gerek Türkiye, gerekse dünyada siyasete bakış ve beklentiler değişir mi?  

Tüm dünyayı politik, ekonomik ve sosyal anlamda etkileyen, gündelik hayatın akışını değiştiren küresel bir krizden söz ediyoruz. Sonuçlarının ne olacağını şimdiden kestirmek zor olsa da insanlığın deneyimleri bize böylesine büyük bir kriz sonrasında değişimin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.


Örneğin Büyük Buhran denilen, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrasında ABD’de ekonomik ve sosyal değişim vaat eden Roosevelt başkanlığa seçilmişti. “New Deal” (yeni düzen) adını verdiği reform paketi ABD için sıra dışı bir durumu yani ekonomiye önemli devlet müdahalelerini içeriyordu. Çünkü insanların satın alma gücünün düştüğü, talebin azaldığı bir noktada devletin ekonomiyi canlı tutmak için aktif rol alması, yurttaşları destekleyen düzenlemeler yapması bekleniyordu. Krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olan Almanya’da ise işsizler ve gelir kaybına uğrayanlar yükselen faşizm dalgasına kapıldı.


Ekonomik hıncın siyasal ve toplumsal bir hınca dönüştüğü bir durum bu. Yine I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında tamamen altüst olan siyasal ve ekonomik sistemleri düşünelim. Bu altüst oluşlar ve yeniden yapılanmalar yurttaşların siyasete ve kurumlara dair algılarının ve beklentilerinin değişmesi ile ilgili. Ben bugün yaşadığımız ve etkilerinin uzun bir süre devam edeceğini düşündüğüm salgın krizinin de küresel düzeyde sisteme, ekonomik ve siyasal yapılara dair büyük sorgulamaları ve öfkeyi beraberinde getireceğini düşünüyorum. Gündelik hayatı bu kadar derinden sarsan, ancak bilim-kurgu filmlerinde izlediğimiz derecede hayatı durduran bir felaketin seçmen algısında değişimler yaratmayacağını düşünmek pek mümkün değil.


- Dünya “Evde kal” mesajını verirken geçim derdindeki yurttaşına hayatını idame ettirecek olanağı da sağlıyor. Bizde ise hükümet sokağa çıkma yasağını ilan etmek bir yana, yardım kampanyalarıyla para toplamaya başladı. Dünya ve Türkiye arasındaki bu farklı  tabloyu değerlendirir misiniz?


Aslında böyle zamanlarda ülkeler kurumlarını, yöneticilerini ve politikalarını test etmiş oluyor da diyebiliriz. Tam da bu yüzden kriz anları siyasal ve toplumsal değişimlere gebe oluyor. Eğer sistem hakikaten işliyorsa ve sorunları çözebiliyorsa zaten yurttaşlar “istikrar” arayışında olduğu için bir değişim talebinde bulunmuyorlar.


Elbette toplumun farklı kesimleri için “değişim” talebi ille de bir kriz anını beklemiyor. Dışlanmış olmanız, taleplerinizin siyaseten karşılığını bulamıyor oluşunuz, temel haklarınıza yönelik tehditler, ideolojik tercihleriniz veya ekonomik sorunlarınız gibi pek çok neden değişim talebinin kökeninde yatıyor. Ancak böylesine toplumun çok geniş kesimlerini etkileyen hayati bir krizi iyi yönetememek ideolojilerden ve geçmişte biriken öfkelerden de bağımsız olarak çok daha keskin talepleri ortaya çıkarır.


- Türkiye’de kamuoyu için de durum böyle mi?


Evet. Türkiye’de mevcut iktidar sıklıkla “büyük ve güçlü Türkiye” söylemine ve hedefine dayanıyordu. Eğer hakikaten kast edilen güçlü bir Türkiye ise devlet en zor zamanında yurttaşlarına, onların ödediği vergilerin karşılığı ve sorumluluğu gereği destek olabilmeli. Üstelik bu destekler yöneticilerin veya bireylerin lütfuna ve merhametine bırakılmamalı, sosyal devletin kurumları aracılığı ile sistematik bir şekilde yapılmalı.


Pek çok ülke ekonomik olarak ayakta kalmak için önlemler alırken, yurttaşların da bu süreçten en az zararla çıkması için kira yardımı, fatura ve kredi ödemelerinin ertelenmesi, aylık gıda yardımı veya her vatandaşa belirli bir miktar nakit desteği gibi önlemleri uygulamaya başladı, bazı ülkelerin ise öncelikli gündemi bu tartışmalar. Türkiye’de ise sorumluluk yine zaten krizin ağırlığı altında ezilecek vatandaşa kaldı. Bağış kampanyalarının nasıl dağıtılacağı konusunda ise şeffaf bir uygulamanın eksikliği de geniş kesimlerde güven problemi yaratabilir. Haliyle, Türkiye açısından tablo çok da iç açıcı değil.


- Sizce tablo, “İktidar sınıfta kaldı” mı, yoksa “dünya bir şey yapamıyor, bizimkiler ne yapsın” şeklinde mi okunur?


Türkiye’de henüz salgının etkileri görülmeden önce yapılan kamuoyu araştırmalarında yurttaşlar ekonomi ve ekonomiye ilişkin sorunları ülkenin en önemli sorunu olarak görüyorlardı.


Bizim de IstanPol olarak yürüttüğümüz siyasal algı araştırmaları bunu doğruluyor. İntihar vakalarının, işsizliğin, güvencesizliğin ve geçim derdinin zaten oldukça hissedilir olduğu bir dönemde geldi kriz. Hali hazırda ev, tüketici kredisi çekmiş ve günlük gelirle geçinen insanların yaşayacağı kaybın etkisinin çok ciddi olacağını düşünüyorum. Kişiler yalnızca sağlığını veya işlerini değil, statülerini de kaybediyor.


Bunun yaratacağı psikolojik ve toplumsal buhran “bizimkiler ne yapsın” dedirtmeyecektir, aksine devlet en zor zamanda bize sahip çıkamadı dedirtecektir. Hatırlayalım, 1999 depremi ve 2001 krizinin faturası o dönem yönetimde olan tüm siyasal parti ve aktörlere çok ağır bir şekilde yansımıştı. Çünkü halk tam da böyle kriz anlarında devletin koruyucu gücüne ihtiyaç duyar. İnsanlar bugün ideolojik tercihlerinden, kimliksel kaygılarından ziyade faturasını, kirasını nasıl ödeyeceklerinin, nasıl geçineceklerinin derdinde. Haliyle özellikle iş garantisi olmayan, günlük gelirle geçinen güvencesiz kesimlerin siyaset kurumuna ve siyasetçilere güveninin daha da kırılacağını düşünüyorum.


- CHP’li belediyelerin bağış hesaplarına bloke konması “Bu durumda dahi kutuplaştırma politikası güdülür mü” eleştirisini de beraberinde getirdi nitekim...

Popülist siyaset böyle davranır. Kutuplaştırmadan, ayrıştırmadan, sürekli olarak yaratılan tehdit algısından beslenir. Sorunların kaynağı dış mihraklar, muhalifler, akademisyenler, gazeteciler, göçmenler ve daha sayabileceğiniz pek çok unsur olabilir.

Popülistlere göre bunlardan kurtulursanız sorunları çözersiniz. Türkiye’de iktidar partisinin söylemleri ve faaliyetleri de uzun zamandır kutuplaşmadan besleniyor. Ancak, 31 Mart yerel seçimlerinden bu yana bu kutuplaştırma siyasetinin etkisinin kırılmaya başladığını görüyoruz. Muhalefetin kutuplaşma yaratan kimlik siyasetinden çıkıp, kapsayıcı, geniş bir demokrasi ittifakı üzerinden hareket etmesi, ekonomik kaygıların altını çizmesi iktidarın rotasını şaşırtmıştı.

Bugün de CHP’li belediyelerin salgının Türkiye’de ortaya çıktığı ilk günden bu yana süreci çok iyi yönettiği ve öncül uygulamalar ile yurttaşların günlük sorunlarına çözüm sunmaya çalıştıklarını görüyoruz. Belediyeler işlevi sebebiyle bir kentteki her yurttaşa dokunabilecek, onları mobilize edebilecek doğrudan gündelik hayata etki edebilen yapılar. Haliyle iktidar için büyük bir tehdit de yaratıyor. Oysa böyle bir dönemde sürekli altı çizilen beka sorunu ülkenin ayakta kalabilmesi ve halk sağlığıdır. Bunun için tüm ulusal ve yerel kurumların işbirliği içinde çalışması gerekiyor. Popülist iktidarların alışık olduğu hamaset ve kutuplaşma ne yazık ki yapısal çözümler sunmaktan çok gerisinde.


- Ciddi bir salgınla uğraşırken kayyım atamaları, Kanal İstanbul ihalesinin araya sıkıştırılmasını, infaz yasasında siyasi suçlulara yönelik adaletsiz düzenlemeleri göz önüne aldığınızda, bu tip siyasetin Korona sonrası yeri ne olur? Yurttaş?tüm bunları nasıl okur?


Salgın ortamı popülist veya otoriter yönetimler için çeşitli fırsatlar da barındırıyor. Bu süreçte toplumsal muhalefetin etki alanı daha da daraldı ve sağlık ve ekonomik tedbirler dışındaki herhangi bir konuya dikkat çekmek oldukça güç. Dolayısıyla kayyım atamaları gibi antidemokratik uygulamalar oldukça rahat bir şekilde deyim yerindeyse aradan çıkartılabiliyor.


Pek çok suçluya yönelik adli düzenlemeler yapılırken siyasi suçlardan tutuklu bulunanların kapsam dışı bırakılması ise somut bir kin ve hamaset göstergesi. Toplumun farklı kesimlerine değen bu adaletsizliğin daha da katlanmasına yol açacak bir uygulama. Haliyle ben “adalet ve eşitlik” vurgusunun çok baskın olacağı bir Korona sonrası dünyada bugün yönetimde olan popülist siyasetin var olmakta çok zorlanacağını düşünüyorum. Tabii bunun için karşı hareketlerin yani muhalefetin alanı boş bırakmaması gerekiyor.


Çünkü korona sonrası dediğimiz süreç de kendiliğinden bir siyasi yıkım ve oluşum getirmeyecek. Bu sürece, bugünün ve geçmişin yıkımlarını çok iyi okuyarak politika önerileri ile hazırlanan, yeni kadrolar ve yeni bir anlayışla hareket eden yeni bir siyasetin öncülük etmesi lazım. Özellikle Türkiye’de siyaset, mevcut fikir ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ve sivil topluma baskılar sebebiyle siyasal partiler eksenine sıkışmışken, muhalefet partilerine düşen görev oldukça önemli.


- “Benzer krizler otoriter yönetimler için fırsatlar da barındırıyor” dediniz... Macaristan Başbakanı Orban, salgını fırsat bilip ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisi aldı. Temel özgürlüklerin kısıtlanması konusunda kalıcı bir tavır ortaya çıkarması mümkün müdür bugünkü konjonktürün?


Orban da popülist bir lider ve diğerleri gibi gücü tek elde toplayacak her türlü fırsatı değerlendiriyor. Buradaki en ciddi sorun popülistlerin birbirlerinden ilham ve cesaret alması. Dünya son yıllarda demokrasinin geriye gidişine şahit oluyor.


Özgür ve adil seçimler, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, özgür basın, hükümetin hesap verilebilirliği gibi demokrasinin en basit ve temel ilkelerinin pek çok açıdan zedelendiğini görüyoruz. Demokratik kurumları ile övünen Avrupa ülkeleri ve ABD de bu dalganın etkisinde. Yani popülist ve otoriter yönetimlerin demokrasilere uğrattığı yıkım aslında zaten adım adım ilerliyor.


Türkiye’de olduğu gibi dünyada da bununla mücadele karşı hareketlere düşecek. Yani popülizme karşı adalet temelli uluslararası dayanışma içeren programların varlığı ve bunların sürekli canlı tutulması önemli. Bundan sonrasını belirleyecek olan yurttaşların talepleri ve popülizme karşı alternatif hareketlerin çabaları olacaktır.


- Küreselleşmede ekonomik ve siyasi merkezin değişebileceği konuşuluyor, katılır mısınız?


Ben bu tespitte bulunmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Çin’in süreci erken atlatan ve ekonomik normalleşmeye en önce dönecek ülke olarak bu süreci lehine çevirebileceği gibi iddialar oldukça sık tartışılıyor.


Salgını kontrol altına alabilmelerinde de otoriter yönetimin ve ilgili tedbirlerin etkisi olduğu, otoriter yönetimlerin olağanüstü şartları bu uygulamaları kalıcılaştırmak için kullanabileceği meselesi de dikkate değer. Ama unutmamak lazım ki koronavirüs meselesini tüm dünyadan gizlemeye çalışan da Çin’in otoriterliği; basın, ifade özgürlüğünü kısıtlayan yönetimi idi. Haliyle bu sorgulamaların yapılacağı bir korona sonrası dönem ve geliştirilen argümanlar uluslararası siyasetin de esas yönünü belirleyecektir.


- Yükselmekte olduğu gözlenen sağ popülizm bu süreçten olumlu mu etkilenir, olumsuz mu?


Bu sürecin sağ-popülistler açısından iki sonucu olabilir. İktidardaki popülistlerin yönetilmesi hayli güç olan bu sürecin kaybedeni olacağını düşünüyorum, çünkü ne kutuplaşma siyaseti ne de dayandıkları “biz halkın gerçek temsilcisiyiz” söylemi halkın gözündeki sorumluluklarını azaltmayacaktır. Ancak muhalefetteki sağ-popülistler bu süreçten güçlenerek de çıkabilir.


Milliyetçi argümanlarını güçlendirebilir, her devletin kendi başının çaresine bakmaya çalıştığı ve “güçlü olanın hayatta kaldığı bir düzen” fikrini bu somut örnek üzerinden daha da kolay anlatabilirler. Derinleşecek ekonomik problemleri ve her türlü sorunu ise yönetenlere yani seçkinlere yönlendirecekler.


Özellikle Avrupa’da yükselen sağ-popülistlerin beslendiği göçmen/yabancı karşıtlığı da devreye girdiğinde, hastalığın kaynağının yabancılara atfedilmesi ile bu kişilerin sağlık ve ekonomi için tehdit olduğu algısını yaratabilir. Ancak altını önemle çizmek istediğim konu şu: eğer merkezde ve solda yer alan partiler sağ-popülizme karşı krizin yarattığı veya derinleştirdiği sorunlara ikna edici alternatifler üretebilirlerse popülistlerin “gerçekçi olmayan” argümanlarına karşı ciddi bir mobilizasyon yaratabilirler.


Çünkü bu küresel kriz sorunların kaynağını başkasına atfetmekle acil çözüm gerektiren felaketlerin önlenemeyeceğini gösterdi. Kriz sonrasında, insanlar daha iyi bir sağlık sistemi talep edecek, parası olmadığı için tedavi olamayan, herkes evde otururken dışarıda çalışmak zorunda olan, işini kaybeden insanlar “ekonomik adalet” talep edecek. Bunun çözümünün de aynı mahallede oturduğu göçmenlerden veya “öteki” partiye oy verenlerden kurtulmak olmadığını bilecek. Bu nedenle sürecin sosyal devlete olan ihtiyacın ve sosyal demokrat politikaların bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düşünülmesi için de bir alan açacağını düşünüyorum. 


AYRIŞTIRMAYAN LİDER PUAN TOPLAR


- Hangi tip lider, ne gibi fatura ödeyecek sonuçta?


Bu süreçte sağlık kurullarının aldığı tedbirleri uygulaması için liderleri ikna etmeye çalıştığını duyuyoruz hem dünyada hem Türkiye’de.  Bu da lider odaklı, tek kişinin kararlarına dayanan yönetimlerin aslında ne kadar kırılgan ve tehlikeli olduğunu gösteriyor.


Tüm yetkileri elinde toplayan tek bir yöneticinin hataları sebebiyle tüm toplumun hatta dünyanın bedel ödemesine sebep olabileceği gerçeğini farklı ülkeler deneyimliyor. Bu nedenle demokrasinin temel ilkelerinin ve denge-denetleme mekanizmalarının eksikliğinde gücü tek elde toplamaya çalışan liderler aslında kendileri için de kırılgan bir alan yaratmış oluyorlar.


Bence bu süreçte kapsayıcı olan, toplumu ayrıştırmayan, sağlık ve ekonomi politikalarını iyi yöneterek krizin bedelini yurttaşa en az şekilde yansıtabilecek, bunu yaparken de şeffaf bir yönetimi benimseyen her lider ve yönetim puan toplar. Aksini yapanlar ise açık bir şekilde kaybetme riskini alırlar.

- Bu tür felaketler din faktörünü de etkiler mi??

Kişilerin kişisel olarak dine yönelimleri başka bir uzmanlık konusu ama bu soruya Türkiye siyasetine yansıması özelinde cevap verecek olursam; ben din ve etnik kimlik gibi “ya ondansın ya bundan, ya seversin ya terk edersin” gibi keskin ayrışmalara yol açan kimlik siyasetinin özellikle de yaşanacak ciddi ekonomik bunalımla beraber etkisini yitireceğini düşünüyorum.

Bundan sonraki dönemde ekonomik sömürünün ve sınıflar arası eşitsizlik vurgusu ön plana çıkacağı bir yönelim görebiliriz. Türkiye’de son dönemde zaten ekonomik kaygılar kimliksel kaygıların önüne geçmeye başlamıştı ve bu seçmenlerin tercihlerine yansımaya başlamıştı. Kimliklerin tamamen etkisiz olacağı değil ama siyasetin lokomotif gücü olarak yer almakta zorlanacağı bir döneme girdiğimizi düşünüyorum.


‘GÜVENCESİZLER’ EN ÖNEMLİ SİYASİ AKTÖR OLABİLİR


- Dünyada ciddi bir ekonomik kriz bekleniyor. Milyonlarca insanın işsiz kalacağı ortada. Krizin siyasete de ödeteceği fatura olacaktır herhalde...


Ekonomist Niall Kishtainy, 1929 ekonomik buhranının yarattığı yıkımı anlatırken 1932’de Amerika’da listeleri altüst eden bir şarkının sözüne yer veriyor: “Bir zamanlar demiryolu inşa ettim; artık o iş bitti.


Kardeş, birkaç kuruş bozukluğun var mı?” Bu sözler bize 1920’ler ABD’sinin zenginlik kaynaklarından biri olan malları ve insanları taşıyan demiryollarında çalışan bir işçinin buhran sonrası düştüğü sefaleti anlatıyor. Trenler buhran sonrası artık zenginliği değil, iş aramak için eyalet eyalet dolaşan, yük vagonlarına doluşmuş milyonlarca insanı taşıyordu. 1932’de Yeni Düzen politikaları ile Roosevelt böyle bir ortamda iktidara geliyordu.


- Koronavirüs felaketi 2008’den ziyade 1929 krizine benzetilebilir mi?


Etki alanı çok daha geniş ve görülen o ki Türkiye’yi de teğet geçemeyecek bir kriz. 2008 krizi sonrasında dünyada pek çok ülkede neoliberal politikalar sorgulanmaya başlandı, dünya çapında yeni siyasal hareketlere alan açan sosyal patlamalar, isyanlar ortaya çıktı.


ABD’de Occupy hareketleri, Avrupa’da İspanya, Yunanistan ve pek çok ülkede görülen kendilerine genellikle “öfkeliler” diyen grupların meydanları doldurması, Gezi Hareketi ve Arap Baharı...


Bunlar tüm dünyada ekonomik ve siyasal adaletsizliğe karşı gelişen hareketlerdi. Karşılığında bu hareketlerin bazıları siyasallaştı, bazıları geri çekildi ama dünya bu deneyimleme sürecini yaşayarak girdi bu buhrana. Şüphesiz ki bu hareketlerden filizlenen özgürlük ve adalet talepleri ekonomik krizin yaratacağı öfke birikimi ile siyasallaşabilir. Toplumun çok geniş kesimlerini içeren güvencesizlerin taleplerinin siyasallaştırma hamlesi olacaktır bu.


Meslektaşım Alphan Telek ile yaptığımız çalışmalarda önümüzdeki süreçte eğer siyasallaşmayı başarabilirse güvencesizlerin en önemli siyasal aktör olacağını uzun süredir tartışıyoruz. Bunlar AVM’de çalışan görevliden, fabrika işçisine, bankada çalışan beyaz yakalıdan bir akademisyene veya üniversiteyi bitirip işsiz kalan bir gence kadar yarınını öngöremeyen belirsizlik ve geleceksizlik hissi ile baş etmeye çalışan kaygı ve stres içindeki milyonlar. Bu kitleler dönüşümün itici gücü olmaya aday.


ABD’DE FATURA AĞIR OLACAK


- ABD Başkanı Trump seçim yılında patlayan bu krizden nasıl bir karneyle çıkar?


Trump bugünlerde ABD kamuoyunda koronavirüsü yeterince erken ciddiye almaması ile eleştiriliyor. Hatırlayalım yaklaşık bir ay öncesine kadar virüsün ABD için ciddi bir tehdit olmadığını ve kontrol altında tuttuklarını belirtiyordu.


Bugün ABD pandeminin merkezi konumuna geldi. Çeşitli simülasyonlara göre sosyal mesafe gibi tedbirlere uyulması durumunda dahi ABD’de 100.000-240.000 arasında can kaybı bekleniyor. Bunun yanı sıra nüfusun belirli bir kesiminin işlerini ve gelirlerini kaybedeceğini düşünürsek krizin faturası oldukça ağır olacak.


Trump’ın ve tüm liderlerin bugün odaklanması gereken tek konu sağlık ve ekonominin iyi yönetimi olmalı, ancak onlar alışkın oldukları siyaset tarzı ile hareket etmeye devam ediyor. Trump gibi popülist liderlerin alışkın oldukları yöntemlerden biri şu: yönetimin ve ülkenin yaşadığı her türlü sorunun kaynağı için “iç veya dış düşmanlar, tehdit unsurları” yaratmak ve bunu seçmenin algısında canlı tutmaya çalışmak.

- Burada Trump’ın salgını “Çin virüsü” olarak adlandırmasını hatırlamak gerekiyor.


Elbette… Bu, sıklıkla görünmeyen bir düşman olan virüs ile savaş halinde olduklarını belirtmesi bu alışılmış yönteme tutunmaya çalıştığını gösteriyor. Oysa koronavirüs tüm ulusal ve uluslararası aktörleri, piyasaları etkileyen bir unsur. Kimlik siyasetinin, kutuplaştırmanın ve hamasetin değil yapısal, acil çözümlerin seçmeni ikna edebileceği bir dönemdeyiz.


Çünkü sorun gündelik hayatın tam içinde, krizin bedelini en basit ifadeyle canı ve malı ile ödeyen insanların öfkesi sandığa yansıyacaktır. ABD gibi eşitsizliklerin en yoğun yaşandığı, sağlığa erişimin oldukça pahalı olduğu bir ülkede salgın bu eşitsizlikleri çok daha göz önüne çıkaracak. Özellikle 2008 krizi sonrası ABD’de ivme yakalayan ve temel odağı sınıfsal eşitsizlikler olan yeni solun zaten yapısal reform önerileri ile hazırlıklı olduğu bu süreç sonrasında daha etkili olacağını düşünüyorum.


Bernie Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez, İlhan Omar gibi aktörlerin popülaritesi de bu programlarla birleşince etki alanı artıyor diyebiliriz. Bu sol dalga Demokrat Parti’nin merkez kanadının söylemlerini çok daha güçlü bir şekilde etkileyerek de kendini gösterebilir. Ancak, her türlü muhalefetin veya aktörün, hatta seçimin kendisinin geri planda kaldığı bir ortamda bu etkiler daha uzun bir döneme yayılacaktır.


AB’NİN ÖNÜNDE İKİ ZORLU SINAV VAR


- AB dağılır mı? Siyasi bütünlüğü, ekonomik modeli ne hal alır?


AB ne yazık ki bu sürecin yönetiminde bugüne kadar etkin bir rol oynayamadı. Bu da bazı yorumculara, kriz sonrasında AB’yi zorlu bir sınavın beklediğini hatta birliğin dağılma tehlikesi içinde olduğunu düşündürtüyor.


Herkesin kendi sınırlarına çekildiği bu süreçte ulus devletlerin rolünün daha da belirginleştiği aşikâr ama ben tabloya biraz daha iyimser bir taraftan bakıyorum. AB’nin dağılması değil ama yapısal birtakım dönüşümlere hizmet edecek ciddi bir sorgulanma sürecine gireceğini düşünüyorum. Çünkü aslında salgın herkes kendi sınırlarına kapansa da çözümün ve bu tarz felaketlerle baş etmenin ancak küresel ölçekte olabileceğini gösterdi. Bu da uluslararası dayanışmanın ve bunu örgütleyen kurumların varlığının ne kadar önemli olduğuna bir işaret.


AB özellikle 2008 krizinden bu yana birliğin ekonomi politikaları ile Almanya, Fransa gibi ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiği, kemer sıkma politikaları ile krizin faturasını krizi derinden yaşayan İtalya, Yunanistan gibi ülkelerin halkına fatura ettiği eleştirilerine maruz kalıyor. Bana kalırsa süreç sonunda AB’nin önünde iki zorlu sınav var.


İlki AB karşıtı popülist hareketlerin kemer sıkma politikalarının sağlık sistemine yapılan harcamaları zayıflattığı ve bunun Güney Avrupa ülkelerine yaşattığı maliyete dair kurabilecekleri söylem. Bir diğeri ise genel anlamda kriz anında acil çözüm üretemeyen ve sorunların çözümünü ulus devletlere bırakan kurumsal yapılanmasının sorgulanışı, bu AB’nin özüne dair bir tartışma açabilir.


Bu süreçte AB’ye düşen en büyük görev özellikle Euro bölgesindeki ekonomi yönetimi ve destek paketleri olacak gibi. Bu konuda göstereceği performansın sürecin sonrasındaki tartışmalara etkisi olacağını düşünüyorum. 

NEDEN SEREN SELVİN KORKMAZ? 

Lisans ve yüksek lisans derecelerini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden aldı. Yale Üniversitesi MacMillian Uluslararası ve Bölgesel Çalışmalar Merkezi’nde araştırmacı olarak çalıştı. Kurucusu olduğu Avusturya merkezli Avrupa Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün 2018’e kadar Türkiye Direktörlüğü yaptı. Doktora çalışmalarını sürdürdüğü Stockholm Üniversitesi’nde Türkiye ve Ortadoğu siyaseti üzerine ders veren İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü Korkmaz’ın güncel çalışmaları popülizm, güvencesizlik, siyasal hareketler, seçmen algısı ve seçim stratejileri üzerine.