Güven olmazsa çözüm de olmaz

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, insan hakları mücadelesine verdiği katkılar nedeniyle Hessen Barış Ödülü’nün sahibi oldu.

Hilal Köse

Almanya’da 28 Kasım’da düzenlenen törenle ödülünü alan Fincancı, Türkiye’de ise hapis cezası tehdidiyle karşı karşıya. Daha kötüsü ise 41 yılını akademiye vermiş bir hekim olarak, çok sevdiği öğrencilerinden ayrı kalma ihtimali. Akademide yaşanan onca sarsıntıya karşın geleceğe dair umudunu koruyor. Bu umudu da düşünen, sorgulayan, eleştiren gençlere bağlıyor. “Peyder pey geliyorlar. Bulundukları yeri daha güzel yapmak için onlar da ellerinden geleni yapacaklardır” diyor. Türkiye’nin en büyük sorununu ise insanın insana güveninin kalmaması olarak değerlendiriyor. Fincancı ile ödülü vesilesiyle buluştuk.

-Bu ödülün önemi nedir sizin için?

Bu hepimiz için iyileştirici bir ödül. Konuşmamda da söyledim zaten kişisel değil.  Bir tutuma, yaklaşıma, mücadeleye veriliyor.  İşkence üzerine, işkencenin tedavisi için çalışan, işkencenin etkili bir şekilde soruşturulması, belgelenmesi için çaba gösteren, İstanbul Protokolü’ne katkı koymuş, çok sayıda emeğin önemsendiğinin gösterilmesi... Bu yüzden bana çok iyi geldi. Onarıcı geldi. Bütün dostlarıma da iyi geldi, biliyorum.  ‘Yaşasın yaptıklarımız değer buldu’ hissi verdiği için kıymetli.  Seçici kurul, Frankfurt’taki Barış Araştırmaları Enstitüsü’nden bilim adamlarından oluyuor. Barış ve çatışma çözümleri çalışan hukukçuların, hekimlerin de aralarında olduğu çok disiplinli bir bilimsel enstitü orası. Bu ödül aynı zamanda akademisyenler için. Biz bunca yıl özgür, düşünen, soran bir akademi için de uğraş verdik. Çok büyük zarar gördü tabii akademi. Bütün bu kötülüklerin içinde, her gün Çağlayan’da ifade vermeye koştururken, davalar peş peşe gelirken, soruşturmalar varken, sözünüzü söylemek istediğinizde üzerinize gazlarla, kalkanlarla saldırılırken, bir anda birileri ‘öyle değil bu insanlar çok iyi şeyler yapıyorlar ve biz bunu görüyoruz’ diyor. Onun için, evet, çok iyi geldi.

Öğrencilerimi çok seviyorum

-Akademinin geleceği nasıl olacak sizce?

Toparlanır elbette. Niye toparlanmasın? Özellikle de gençlere bakınca, soran, tartışan, eleştiren pek çok genç var. Peyderpey geliyorlar. Bulundukları yeri daha güzel yapmak için onlar da ellerinden geleni yapacaklardır. Umutsuz değilim. Tabii ki çok üzücü süreçler yaşadık, özellikle de gençler açısından. Ben her açıklanan KHK listesinde adımı bekledim açıkçası. Bu devletle hiçbir zaman sıcak ilişkilerimiz olmadı çünkü. Devlet öyle ya da böyle bir gün dost öbür gün düşman olsa da hiçbir şekilde suçlarının ortaya konmasını kabul edemez. Bu organizasyonun öyle bir yapısı var ne yazık ki.

-Sizi üniversitedeki odanızda bulmak bana mutluluk verdi...

 Hakikaten öğrencilerimi çok seviyorum ben. Hekimliği çok severek yapıyorum. Ruhumda öğretmenlik varmış ve öğrencilik. İyi ki üniversitede kalmışım. Üniversitede öğretmenlik demek aslında öğrenci olmak demek. Sürekli öğreniyorsunuz, merak ediyorsunuz. Öğrencilerden çok şey öğreniyorum. Onların sorduğu soruları bazen ben sormamış olabiliyorum. Öğreten şey aslında sorular.



Süreç yürek acıtıyor

-Hekim olmaya nasıl karar verdiniz?

Başta matematikçi olmak istiyordum. Makineleri seviyordum. Mühendis olabilirdim. Matematik bölümü mezunuyum. Öğretmenlerim çok iyi tanıyormuş beni. Matematik öğretmenim tıpa girmemi istedi. En iyi öğrencilerinden biriydim. İnsanlar olmadan yapamayacağımı, sosyal olduğumu hep söylerdi. İyi ki öyle demiş. Adli Tıp yapma nedenim de pataloji hocam. O da laboratuvarı sevdiğimi ama insanları da sevdiğimi sadece laboratuvarın bana yetmeyeceğini söylemişti. Adli Tıp çok sosyal bir alan demişti. Onlara teşekkür borçluyum. Canlarım benim. İkisi de benim çok kıymetlimdi.

-Ne zaman başladı akademi yolculuğunuz?

1977’de. Dile kolay, 41 yıl... Öğrenci olarak bu ünivesiteye girdim. Cerrahpaşa Tıp mezunuyum. Çapa’ya gider gelirdik biz. Buranın bazı dersleri daha ilginç olurdu. Anatomi hocası Sami Zan vardı meşhur. Çok hoş ders anlatırdı. Babam hukukçu. Onun tıp okuyan çocukluk  arkadaşı da anlatırdı Sami Zan’ı. Babam da gelirmiş dinlemeye. 41 yıldır (eliyle pencereden dışarıyı gösteriyor) şu civardayım. İyi ki böyle bir seçim yapmışım. Şimdi çok yürek acıtıcı... Akademisyen davalarında ceza alırsak kamu görevinden men oluyoruz. Özgür Gündem nöbetçi genel yayın yönetmenliği davamızın duruşması 28 Ocak’ta. Savcı, esas hakkındaki mütalaasını vermedi. Ayrılmak hüzün verici olacak ama ne yapalım bu da böyle bir süreç. Ben ayrılsam da ayrılmasam da yerim yurdum belli, yaptığım şey belli ama en çok gençler, doktora öğrencileri, yüksek lisans öğrencileri zor durumda. Hiçbir sosyal  güvenceleri yok. Garsonluk yapıyorlar. Mahkemede ifade veriyor. Ne iş yapıyorsun? Esnafım. Eğtimi, doktora. Ne korkunç bir ülke. Bunların her biri aslında bu ülkenin en parlak akademisyenleriydi. Geriye kalan bir tortu çoğunlukla, biat edenler.

-Beyin göçünün geri döndürülmesi konuşuluyor bir yandan...

Önce hapse atmaktan vazgeçmeleri gerekiyor akademisyenleri. O açıklamayı yaptıkları gün Bilgi Üniversitesi’nin hukuk fakültesi dekanını gözaltına alıyorlar. Akıl mantık almıyor. Sabaha karşı evini basmak ne demek davet ettiğinizde gelmez mi? Turgut (Tarhanlı) son derece nazik bir insandır. Ben daha inatçıyım mesela. Bana emniyetten telefon etseler yazı gönderin derim. Ama o öyle bir şey demez.

-Akademiye başladığınızdan beri ne kadar değiştiniz?

Her zaman empati duygum olmuştur. İnsanların ne hissettiğini anlamaya çalışırım. Annem babam beni öyle eğitmiş. Tek çocuğum ama sadece kendimi değil başkalarını da hissetmeyi öğretmişler. Hekimlik yaparken de kendinizin dışında bir başkasını öncelemeyi öğreniyorsunuz. Çok özel bir duygu, bir ayrıcalık. Bir hediye gibi. Çünkü herkes önce kendini düşünür. Hekimlik, daha sakin, daha az öfkeli bir insan olmamı sağladı. Hekimlik dinlemeyi öğrenmeyi gerektiriyor. Her zaman birbirimizi dinlemeyebiliyoruz.

Devlet şiddetli ve eril

-Gözaltıların korku oluşturmak için yapıldığı düşünülüyor. Katılıyor musunuz bu fikre?

Amaç bizleri korkutmak değildir. Aslında çevreyi korkutmaya çalışıyorlar. Sokaktaki insanı korkutmayı çalışıyorlar. İnsanların bazıları, ‘kim bilir ne yaptı’ dese de içten içe ‘bize de olur’ duygusu var. Bu ülkede  her görüşten insan çekti bu uygulamanın acısını. Biri bitiyor biri başlıyor. Gülen cemaatinin tepkisine baktığımda diyorum ki vah yazııık. Bunca senedir devletin sahibi olarak hissediyorlardı kendilerini.Birden sahibi oldukları, şiddetle yönettikleri devlet, o şiddetli yüzünü onlara gösterdi. Hazırlıklı olmadıkları için daha çok etkilendiler ve seslerini çıkarmıyorlar.  Düşündüğümüzde onlar için çok daha ağır bir travma. Biz emniyet kemeri takıyoruz ama onların emniyet kemeri yoktu. Biz zaten biliyoruz ki devlet şiddetli bir aygıt, eril.

-Böyle olmak zorunda mı? Bu öfke neden?

Çeşitli gerekçeleri olabilir. Onlar da kendilerinin çok baskılandığını düşünüyor olabilirler. Bir mağdur edebiyatı da var malum. Birtakım kötü uygulamalar oldu. Mesela başörtülü öğrencilere üniversiteler aşağılayıcı tutum aldı. Sonuçta bu kadar öfke hakikaten o insan için de çok üzücü. Bazı atasözlerimiz güzel. Keskin sirke küpüne zarardır. İçten içe yer öfke. Öfke bazen gerekir ama bir yerde tutmak gerekir. Aynısını ona yapayım duygusu değil öfke..   

Cezaevinden öğrendim

-Cezaevine de girdiniz. Cezaevinin tanımını nasıl yapıyorsunuz şimdi?

Körün istediği bir gözdü Allah verdi iki göz. Çok şey öğrendim, keşke bir on gün daha olsaydı. Adlilerde de kalmak isterdim ben. Tecriti gördüm, karma koğuşta kaldım. Hiç gerekmediği halde tutuklu yargılamalar bir yana, orada çalışanın da özgürlüğünden alıkonulmuş olduğunu gördüm. Mesai bitimine kadar mahpuslar nasıl bir kısıtlama yaşıyorsa onlar da aynısın yaşıyorlar. Öte yandan, kolektif bir hayat var içerde. Bir arada yaşam çarpıcı geldi bana. Dışarda en çok eksikliğini çektiğimiz şey. Özellikle büyükşehirlerde biz kolektif yaşamıyoruz.

-Mahpuslara kötü muamelede bu kısıtlanmanın bir etkisi olabilir mi?

Darbe girişimi öncesi ordaydım ben kötü davranmıyorlardı. Ama sınırlı bir zamandan ve Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nden söz ediyorum. Mahpuslar, mücadele edip haklarını almışlardı. Bir biçimde herkes sınırlarını belirlemişti. Bizim koğuşta kocaman bir kütüphane vardı. Gereksinimlere birlikte karar veriyorlardı. Koğuş sorumlusu idareye iletiyordu.  Adli mahpuslar atölyede çalışırken, memurlar çocuklara göz kulak oluyordu.  15 Temmuz sonrası çok sayıda infaz koruma memuru ihraç edildi. Bu süreçte, birbirlerini ihbar etme davranışı çok yaygın olmuş. İhbarların önünü kesmek için de mahpuslara şiddet uygulamaya başlamışlar. Söylenen bu.  İnfaz koruma memurlarından bazıları üniversite öğrencisiydi. Doktora yapanlar vardı.

-Siyah ve beyaz olmuyor hiçbir şey...

Hayır, hiç olmuyor. Tabii ki öfkeli olanları, asık yüzlüleri de vardı. Şiddet ve işkence uygulanmasından sorumlu olanların sorumluluğu yadsınamaz. Şöyle bir durum var. Devlet aslında sorumluları ortaya çıkarmayarak, önleyici mekanizmaları çalıştırmayarak onları suça itiyor.

Polis canavar değil

-İşkenceye sıfır tolerans söyleminden nereye geldi Türkiye?

Cezasızlık var temelinde bir kere. AB üyelik fasılları açılırken, uyum yasaları çıkarıldı. TCK ve CMK’de değişikliklerle, gözaltı beden muayenesi yönetmeliği ile usül güvenceleri oluşturuldu. Sağlık Bakanlığı 2005’te beden muayenelerinin nasıl yapılacağına ilişkin genelge yayınladı. Hakim, savcı ve hekimlere, 2009-2010’da İstanbul Protokolü eğitimleri yapıldı. Türkiye, bağımsız ulusal önleme mekanizması kurma sözü verdi. Bunlar alanı bir miktar düzenledi. Gözaltı süresi 24 saatle sınırlandırıldı. Gözaltı giriş, çıkış muayeneleri, rapor formları... Ama şöyle bir durumla karşı karşıya kaldık. Bu uygulama devam ediyor maalesef. Kolluk hemen yakalama sırasında şiddet uygulamaya başladı. Aslında gözümüzün önünde görüyoruz. Ne yapmış olursa olsun o kişi, senin arkadaşının üzerine uçaktan bomba da atsa sen ona belli haklar çerçevesinde davranmak zorundasın. Sonra yargıla, en ağır cezayı ver.

-Bu dediğiniz, fikir olarak bile kolluğa çok uzak geliyor...

Geliyor. Yakınlaştırmanın yolu aslında o insanların bu suçlardan sorumlu olduklarını hissetmeleri. Devlet ne yapıyor? Onları cezasız bırakıyor. Savcılar bu iddiaları etkili bir şekilde soruşturmuyorlar. İşkenceden iddianame hazırlamıyor. Geçen sene işkenceden soruşturma açılmış kişi sayısı 42.  Polis de ‘yakalama sırasında şiddet uyguladığımı söylüyorsun da direndi, hakaret etti, saldırdı’ diyor ve hemen suç duyurusunda bulunuyor. İnsanlar bu durumda suç duyurusunda bulunmaktan kaçınıyorlar. Polisin başvurusu üzerine direnmeden açılan dava sayısı ise 26 bin 192. Bu korkunç bir rakam. İkiz dava olsa da zaten polis ceza almıyor, cezayı polise direnmekten yargılanan alıyor. Böyle olunca polis ne düşünecek? Bu benim görevim diye düşünecek. Aynı Hannah Arendt’in anlattığı küçük Eichmann’lar gibi... Devlet emrediyor onlar da yapıyor. Canavar falan değiller.

-15 Temmuz sonrası devlet nasıl bir tutum almalıydı?

15 Temmuz gecesi dehşet yaşandı. Polis memurlarının gözü önünde arkadaşları öldürüldü. İyi bir organizasyonal devlet yapısı ne yapar? O gece görevde olan bütün polis memurlarını çeker, darbe girişiminden yakalanan insanları başka bir ekiple soruşturur ki onlar o öfkeyi çıkarmasınlar. Çünkü o öfkeyi çıkaracakları çok belli. Sen onları o kadar görevde tutarak aslında suça teşvik ediyorsun. Böyle dehşet verici bir organizasyon var. Beni en çok üzen demokratik bir aygıt kuramadık biz. Başaramadık. Hepimini sorumluluğu. Niye insani bir organizasyon olmasın?

-Niye kuramadınız?

Bilmiyorum... Azız. Yeterince üzerinde düşünmüyoruz. Bir arada davranmayı, kolektiviteyi yitirdiğimiz için.

İşkenceden sağ çıkan yok

-Polislere dönecek olursak...

Polis birey olarak yaptıklarından sorumlu ama o koşulları yaratan mekanizmayı değiştirmediğimiz sürece bu böyle devam edecek. Bizim dönüştürebilme becerisini göstermemiz lazım, onları da korumak adına. Aslında yaptığımız şey onların da suça itilmesini önleyecek. Çünkü o suçtan onlar da etkileniyorlar. İşkence yapan da gören gibi ağır bir travmaya maruz kalıyor.

-Bu travma iyileştirilebiliyor mu?

Tartışmalı bir şey. Ben ruhsalcı değilim ama ruhsalcılar iyileştirebileceklerini söylüyorlar. Çok zorlanıyorlar tabii ki. Çaresizlik duygusu, hiçbir konuda karar verememe hali, çok ağır aşağılanmışlık duygusu yaşıyorlar. Hiç böyle hissetmemeliler ama maalesef işkence gördüğünde öyle yaşanmıyor. İşkence görenlerin yazdıkları kitapları da okumaya çalışıyorum. Onarabiliyor muyuz? Şöyle tartışmalar var. Biz işkence gören diyoruz. İngilizce’de işkence kurbanı veya işkenceden kurtulan var. Survivor mu victim mı? Kurban mı kurtulan mı? Kurbanlaştırmayalım diye kurtulan deriz biz. İşkence görenlerin bir kısmı da der ki işkencede survivor olmaz. Sağ kalınmıyor aslında...

-Üzerimizde baskı oluşturan ciddi bir şiddet sarmalı var. Öneriniz var mı bu konuda?

Her bakımdan zor bir süreç. Bütün devlet aygıtlarında, evin içinde, sokakta sürekli bir şiddet var. Bireylerin birbirine tutumu da şiddet içeriyor. Nasıl çözülür?  Algı operasyonu yapan birçok profesyonel var. Dünya bu algı operasyonları üzerine kurulmuş durumda. Algı operasyonlarına yordukları akıllarını biraz da insani bir dünya yaratmak için kullanmaları mümkün olabilir. İnsanlar etkileniyorlar. Bir kamu spotu gördüm trafikle ilgili. Herkes birbirine elini kaldırıp selam veriyor. Ne kadar insani ve basit. Yaptıklarımızın sorumluluğunu taşıma becerisi geliştirmek de gerekiyor çocuklardan başlayarak.

Geleceğe bakmak  şart

-Şiddetin dille ilişkisini değerlendirir misiniz?

Pasaport sürem 90 günün altına inmişti, ödülü almaya giderken uçağı binmeme izin vermedilek ve uçak kaçtı. “Sorumlu benim, bunu bilmemek benim ayıbım” dedim. “Size ısrar etmem de hiç uygun değil” deyince, sorumluluğumu kabul edince ortalık sakinleşti. Bu sefer çok mahcup oldular. Sınır polisinden de yazı gelince, THY beni alıp Atatürk Havalimanı’ndan kalkacak Frankfurt uçağına yerleştirdi. Gidip ödülü aldım. İngilzce’deki o ifade biçimi geldi aklıma. İngilizce’de anlamıyorsun denmez, anlatamadım galiba denir. Kişi sorumluluğu kendi üstüne alır. Dil çok önemli. Suçlayan bir dil kullanmazsak önemli ölçüde etkili olacağını düşünüyorum.

-Son olarak, barış ve çatışma konusunu nasıl ele alıyorsunuz?

İşkencenin, hak ihlallerinin en önemli etkilerinden birisi aslında insanın insana güvenini sarsması. Biz birbirimize güvenmiyoruz. Onun için bu kadar şiddet var Türkiye’de diye düşünüyorum. Güven olmaması çok ciddi bir sorun. Bireyler arası ilişkilerde de öyle. Güven olmayınca oturup konuşacak zemin kalmıyor, konuşmayınca da çözüm olmuyor. Cenazeler gelmediği dönemde herkes çok daha barışçıldı. Aile içi şiddet olguları, kadın ölümleri azalmıştı. Umarım gençler için barışın olduğu dünyada yaşama olanağımız olur, elimizden geleni yapmak zorundayız hep beraber. Kimsenin kimseye küsme lüksünün olmadığını düşünüyorum ben. Kimsenin kimseye gözünün üstünde kaşın var deme lüksü yok. Herkes birbirini önceki suçları için yargılayıp cezalandırıyor. Öncesinde insanlar hatalı tutumlar almışlar olabilirler, başka söylemler geliştirmiş olabilirler. Tam tersine bence geleceğe bakmak zorundayız, başka çare yok.