Günaha girmek
Duvarlar fresklerle bezeli. Gizem dolu, ne olduğu bilinmeyen yaratıklar, cinler, ortaçağ düşlemelerini yansıtan tuhaflıklarla dolu motifler...
Ahmet ArpadKulesi dünyanın en yükseği. Tam 162 metre. Tepesine ulaşmak için 768 basamağı çıkmak zorundasınız. Gücünüz varsa. Fakat çıktığınıza değiyor, hava açık ve berrak oldu mu tâ Alplere kadar uzanan bir panorama yorgunluğunuzu gideriyor. Temeli 1377’de atılmış Ulm katedralinin. Devasa kapısından içeri girip de, başınızı kaldırdığınızda kubbeleri süsleyen motifleri zor seçiyorsunuz.
Katedralin çevresi eskiliğini korumuş. Dar sokaklar, ikişer üçer katlı tarihi evler, loş geçitler, küçük lokantalar ve şaraphaneler, butikler ve galeriler... Tuna’ya inen yollar kentin en şirin mahallelerinden geçiyor. Birçok tarihi Alman kentinde olduğu gibi Ulm’da da çoğu sokak araç trafiğine kapatılmış, yayalar rahatça dolaşsın diye. Cafè’ler, lokantalar masaları çıkarmış dışarı. İnsanlar güzün ılık havasında mutlu mutlu oturuyor, yorgunluk çıkarıyor, gülümsüyor... Balıkçılar mahallesi kentin en eski yerleşimi. Buradaki yapıların çoğu, nehir kıyısındaki kent duvarları 16. ve 17. yüzyıldan kalma. Günümüzde ve lokanta olarak kullanılan Eğik Ev yedi yüz yıldır hâlâ sapasağlam ayakta, hafif yan yatmış olmasına karşın.
Ulm’a her gelişiminde dev katedralin kapısından içeri girmeden edemiyorum. Kubbelerinin yüksekliği, yüzlerce irili ufaklı rengârenk pencereden içeri giren altın sarısı güneş ışınlarının aydınlattığı sonsuz mekân insanı büyüleyen. Katedralin bir köşesindeki Besserer şapeli ise sanki bir resimli kitap! Çoğu 1390’dan kalma tarihi pencerelerde rengin her çeşidi var. Dünyanın yaratılışından mahşer gününe kadar insanoğlu camlarda. Büyüleyici bir film karşınızda. Gezinirken insan nereye bakacağını şaşırıyor. Duvarlar, sütunlar ve sayısız kubbe irili ufaklı motiflerle, karmarışık fresklerle bezenmiş. Mihrabın az ötesindeki koro yerinin duvarlarını meşeden oyulmuş figürler kaplıyor. Gizem dolu, ne olduğu bilinmeyen yaratıklar, cinler, ortaçağ düşlemlerini yansıtan tuhaflıklarla dolu motifler, borazanlar çalan melekler, Sen Piyer, mahşer günü, ölüler, günahkârları cehenneme süren şeytanlar ve zavallı insanların ruhlarına dualar eden Meryem Ana...
Biraz ötede, yüksek duvarın dibinde, büyükçe bir masada yüzlerce mum yanıyor. Yanlarında duran kısa boylu, daha doğrusu küçüğün küçüğü yaşlı bir kadın mumlara oynar gibi dokunuyor, sönmüşlerini eline alıp sepetine atıyor, mumların üzerinde durduğu kumları küçük parmaklarıyla şöyle bir karıştırıyor, düzeltiyor, masanın bir kenarına yeni mumlar bırakıyor. Yanına sokuluyorum.
Yaşlı kadın önce nereden geldiğimi soruyor, sonra da nereli olduğumu bilmek istiyor. Sohbete başlıyoruz. Adı Ruth, 78 yaşında. Dul. Katedralde görevli, sağın solun tozunu alıyor, mumları yeniliyor, her gün 5-6 saatini burada geçiriyor. İşi bittikten sonra evine gitmiyor, yakındaki yaşlılar yurduna uğruyor, mutfakta yardımcı oluyor, engelli yaşlıların sökük, yırtık giysilerini tamir ediyor. Eve akşama doğru dönüyor. “Nasıl olsa bekleyen yok” diyor gülümsemeye çalışarak.
“Kış geldi. Soğuk aylarda Paulus Kilisesi’nde fakirlere yemek çıkar.” Orada mutfakta yemek yapıyor, bulaşık yıkıyor. “Benim yaşamım hep buralarda geçti. Eşim 22 yıl önce öldü. Kiliseler benim yaşam amacım. Onlar nefes aldığım yerler. Yaşamak için hep nefes alacaksın!”