Gücünü yaşamdan alan tiyatro: Radyonun İçindekiler

Radyonun İçindekiler’in, önemli bir insanlık sorunu olan mültecileri, Türk tiyatrosuna getirmesi bakımından bir ilk olma özelliği taşıdığını da özellikle vurgulamak isterim. Okuduğum, izlediğim ve araştırdığım kadarıyla tiyatromuzda mültecileri ele alan bir başka oyun şu an için yok. Bu açıdan da bu oyunun çok değerli olduğunu düşünüyorum.

cumhuriyet.com.tr

Radyonun İçindekiler adlı oyunu tiyatro profesörü Zehra İpşiroğlu değerlendirdi:


“En iyi tiyatro gerçeğin kendisidir”
Erwin Piscator

“Günümüzde tiyatro; sözün, düşünmenin, dilin, yaşadığımız çağı belirleyen zihniyetin iç içe girdiği bir mekân; irdelemeye, anlamaya çalıştığımız, duygulandığımız, etkilendiğimiz, ötekiyle karşılaştığımız ve ötekine dönüştüğümüz bir yer... Bu tür mekânların yok sayıldığı ya da görmezden gelindiği bir dönemde tiyatronun öneminin büyük olduğunu düşünüyorum” diye açıklıyor Ariane Mnouchkine tiyatronun günümüzdeki işlevini.
       

Mnochkine’e göre biz bugün öyle bir dönemde yaşıyoruz ki ya tarihin içindeyizdir ya dışında. Tarih dışılığını, kafayı karanlık bir çukura gömmeye yani bir tür devekuşu olmaya benzetiyor Mnouchkine. Bu nedenle de gerçekçiliği sadece ikinci elden yaşanan bir oyun olarak gören içi boşaltılmış bir tiyatro anlayışına karşı bir duruş sergiliyor. Ama bu duruş güncel konuları bire bir sahneye taşımak anlamına gelmiyor, önemli olan tarihin hızlı akışı içinde yakalanan olayların, çatışmaların, sorunların, anların tiyatro diline aktarılabilmesi ki bu olayların eğer içinde isek hiç de kolay değil. Belki de belli sorunların içyüzünü bir dereceye kadar kavrayabilmek ve bunları tiyatroya uygun bir estetik dile aktarabilmek için belli bir zamana gereksinimimiz var. Öte yandan günümüz medya çağında, öylesine yoğun bir görüntü ve bilgi bombardımanının etkisi altındayız ki algılama kapasitemiz giderek küçülüyor, duyularımız günden güne körleşiyor ve göremez, duyamaz, anlayamaz oluyoruz. Her şey çok hızlı gelişiyor ve bizim dışımızda oluyor. Olayların hem içindeyiz hem de dışında. Geride kalan: Ya çaresizlik ve hüzün ya da Oya Baydar’ın son romanı Çöplüğün Generali’nde dile getirdiği gibi giderek yaygınlaşan unutma hastalığı. İşte tiyatronun; izleyiciyle kurduğu dolaysız iletişimle görünmeyenin ardındakini göstererek  unutulanı ya da  belleklerden çoktan silinmiş olanı anımsatarak duyuları harekete geçirme, ağlatma, güldürme ve düşündürme, kısaca bizleri şu hipnotizma olmuş halimizden kurtarma gizilgücü var. Önemli olan tiyatronun bu gücünden yararlanarak izleyiciyi yakalayabilmesi. Bunun da tek koşulu gücünü mitler, romanlar, ikinci el öyküler ya da yaşantılardan değil, doğrudan yaşamdan alması.
        

Batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de sosyal ve politik konulara duyulan ilginin yavaş yavaş artmaya başlaması postmodern bir durgunluk döneminin ardından gelen bir uyanışı andırıyor. Böylece yeni bir canlanma süreci başlıyor. Gücünü yaşamdan alan bir tiyatro anlayışı bağlamında belgesel tiyatrodan biyografik tiyatroya, klasik dramatik yapılı oyunlardan epik oyunlara, disiplinlerarası etkileşime ağırlık veren bir oyun yapılanmasından, kolaja ve montaja dayanan bir tiyatro anlayışına değin eski yeni farklı biçemlerin denendiği bir dönemde yaşıyoruz. Oyun  yazarları giderek sosyal ve politik sorunlara eğilirken tiyatrocular da yakın tarihimizden çarpıcı konulara yöneliyor. Dostlar Tiyatrosu’nda Genco Erkal’ın kurguladığı, sahnelediği ve yurtiçinde ve dışında neredeyse yüz bin izleyiciye ulaşan Sivas 93 bunun en son örneklerinden ve en çarpıcı olanı. Sivas’ta  Pir Sultan Abdal Alevi Şenliği’nde 35 kişinin öldürülmesiyle gelişen olaylar çok çarpıcı bir belgesel oyununun konusunu oluşturuyor. Gücünü dinsel bağnazlıkta bulan Sivas olaylarını adım adım sergileyen belgesel filmle anlatım, dans ve pandomimden oluşan stilize bir oyunculuğun iç içe girdiği bu oyun; hem bu olayı belleğe kolay kolay unutulmayacak bir biçimde yerleştiriyor hem de Türkiye’nin gündemini yıllardır belirleyen derin devlet sorununu gündeme getiriyor. Böylece tiyatro, dünle bugünü buluşturarak tarihteki olaylara tanık oluyor, yorumluyor ve sorguluyor, sorgulatıyor...


Giderek küreselleşen bir dünyada gündeme gelen sorunlar da ortak sorunlar. Dinsel bağnazlığı, milliyetçilik ve fanatizmi, mafya devlet ilişkilerini, şiddet ile savaşı her toplum kendi tarihsel ortam ve koşullarına göre farklı biçimlerde yaşıyor. Savaştan, terörden, bağnazlıktan, sivilleri hedef alan saldırılardan, açlık ve yoksulluktan kaçarak yerinden yurdundan edilen insanların, göçmenlerin ve sığınmacıların sorunları, bu ortak konuların başında geliyor. Sığınmacıların son yıllarda yaşadıkları felaketler, hiçbir donanımı ve güveni olmayan teknelerle sürdürdükleri çoğu kez ölümle biten umutsuz yolculukları, varlarını yoklarını ellerinden alan insan kaçakçıları, bin bir engeli aşıp da bir yerlere varanların insan tüccarlarının ellerine düşmeleri sinemanın olduğu kadar tiyatronun da ilgisini çekiyor.


Birkaç yıl önce Ariane Mnochkine’in, Theatre de Soleil’de sahnelediği Son Kervansaray  adlı belgesel çalışması mültecileri konu alan çok vurucu bir oyundu. Yüzlerce sığınmacıyla yapılan konuşmalardan yola çıkarak kurgulanan bu oyunda onca umutla Avrupa’nın kapısına dayanan insanların yıkılışı sergileniyordu. Bin bir güçlükle bir Balkan ülkesinin yıkıntılarından gelen genç bir kadının Fransa’nın göbeğinde önce kadın tüccarlarının, sonra da mafyanın eline düşmesi; Rusya’dan açlık ve yoksulluktan kaçan bir köylü kızının bin bir acı, aşağılanma ve işkenceden sonra İngiltere’de sığındığı bir dikiş evinde yakalanma korkusu; Fransa’da havaalanında bir siyahın işkence edilerek öldürülmesi... Tıpkı yedi saat süren bu büyüleyici oyunun başındaki olağanüstü fırtına sahnesinde olduğu gibi ceviz kabuğu bir geminin içinde alt alta üst üste, kuduran denizin dalgalarıyla boğuşan, gemide çıkan yangının alevlerinden kaçmaya çalışan ve dalgaların köpüklü ağızı içinde yitip giden onca insanın çaresizliği gibi dünyanın dört bir yanından gelen insanların öyküleri de öylesine acımasız, öylesine vurucuydu. Acının, umutsuzluğun, tükenmişliğin yaşandığı bütün bir dünya sahneye taşınıyordu bu oyunda. Afganistan, İran, Rusya, Avustralya, Fransa’dan inanılmaz sefalet sahneleriydi gösterilen...


Şair Cenk Gündoğdu’nun büyük bir duyarlılıkla kaleme aldığı ilk oyunu Radyonun İçindekiler’de de tıpkı Son Kervansaray gibi sığınmacılar konusu ele alınıyor. Ama Mnouchkine’in sığınmacılar sorununu tüm katmanları ve boyutlarıyla gündeme getirmeye çalışan epik yapılı oyunun tersine yer ve zaman birliğine dayanan bu oyunun dramatik bir kurgusu var. Oyun, bu açıdan da onca sefaletin ve acının içinden insanın içine işleyen çok vurucu bir kesiti gösteriyor. Oyun; sığınmacıları kaçıran, sonunda da dalgaların içinde yitip giden bir gemide geçiyor... Kaçanlar; İran, Irak ve Filistin gibi ülkelerden geliyor. Yaşadıkları ise bu gemideki karanlık, dar sandıklarda aç susuz sürdürdükleri son günleri ve saatleri... Giderek yoğunlaşan susuzluk ve açlıkları, kaygı ve korkularıyla birlikte yükselen yoğun gerilimde; çatışmalar, kavgalar ve şiddet bu oyunun ana izleğini oluşturuyor.


Bu insanların öyküleri, düşleri, hayalleri birbirlerinden hem çok farklı hem de değil. Tek istedikleri insanca bir yaşam. Bunun için her şeyi terk etmişler ve her şeye hazırlar. Birbirlerine karşı hem sıcak ve insancıllar hem de çok acımasız; hem duyarlılar hem de ölesiye nefret ve kin dolu... Oyundaki şiirsel anlar, Iraklı bir çiftin birbirlerine duydukları derin sevgi, küçük çocuğun diğerleriyle kurduğu iletişim, Filistinli yazarın şiirleri, umutlar ve düşler, korku, gerilim ve şiddet dolu sahnelerle bir karşıtlık oluşturuyor. Kukla oyunu olarak sergilenen Musa’nın öyküsü, yerinden yurdundan edinen insanların yaşamını farklı bir ışıkta gösteriyor. Kürt kökenli Iraklı tacir Cabir’in dışında iyi ve kötü yok bu oyunda. Çünkü uçurumun eşiğinde iyi ve kötünün hiçbir anlamı kalmamıştır. Afyon çekerek beynini uyuşturmaya çalışan Cabir’e gelince onun şiddeti kanıksamış acımasız kişiliği de yaşadığı acıların doğal bir uzantısı... İki perdeden oluşan bu çarpıcı oyunun ilk perdesinde uçurumun kenarındaki bu insanların yaşamlarının içine giriyoruz, ikinci perde de ise hızla gelişen çatışmalar süpriz bir finalle son buluyor. “Kurmaca bir öyküden yola çıkıyorsak onu sonuna kadar düşünmemiz gerek” diyor ünlü İsviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt, “Bir öykü ancak akla gelebilecek en kötü olasılık gerçekleştiği zaman sonuna kadar düşünülmüştür.”


Dürrenmatt’ın kurmaca tiyatro için düşünerek dile getirdiği bu ilke, doğrudan belgelere ve gerçeklere dayanan bir tiyatro söz konusu olunca kendiliğinden gerçekleşiyor. Çünkü yaşadığımız gerçekler insan zihninin düşünebileceği en kötü olasılığı bile aşabiliyor. Oyunun adı Radyonun İçindekiler, çünkü yazar sığınmacıların öyküsünü bir çerçeve öykü içine yerleştirmiş. İlk ve son sahnede batan bir teknedeki mültecilerin ölümünü açıklayan radyo haberlerini dinleyen çocuğun çaresizliği ve hüznü izleyicinin duygularıyla örtüşüyor... Olup biteni biliyoruz görüyoruz ama işte bütün felaketler ve yıkımlar şu küçük kutunun içinde kilitli... Bizden öylesine uzak ki yoksa değil mi? Çocuğun son sahnede tekerli sandalyede görünmesi farklı sorular uyandırıyor alımlayanın kafasında, elindeki kuklayı öfkeyle fırlatması ise oyunda bir kukla oyunu olarak sergilenen Musa’nın öyküsüne gönderme yapıyor. Böylece mültecilerin hazin öyküsü çerçeve öykü ile bütünleşiyor.

Radyonun İçindekiler’in, önemli bir insanlık sorunu olan mültecileri, Türk tiyatrosuna  getirmesi bakımından bir ilk olma özelliği taşıdığını da özellikle vurgulamak isterim. Okuduğum, izlediğim ve araştırdığım kadarıyla tiyatromuzda mültecileri ele alan bir başka oyun şu an için yok. Bu açıdan da bu oyunun çok değerli olduğunu düşünüyorum.

Radyonun İçindekiler, yaşanılmış olan bir gerçekten yola çıkan bir oyun olduğu için, oyunun sahnelenmesinde belgesel görsel malzemeden, filmden, fotoğraftan yararlanılabilir kuşkusuz. Ancak oyun, temelini öncelikle büyük bir oyunculuk becerisi ve duyarlığında buluyor. Gerek bu oyunu ele alacak olan yönetmenin ve dramaturgun, gerek oyuncuların oyundaki bu duyarlığı yakalamaları, farklı coğrafyalardan gelen kişileri, içlerinde bulundukları sınır durumu, birbirleriyle yaşadıkları gerilimi, varoluş savaşımlarını, iç ve dış çatışmalarını, iniş ve çıkışlarını televizyon dizilerinden alışık olduğumuz klişe bir oyunculuğa saplanmadan inandırıcı bir biçimde sergilemeleri hiç de kolay değil. Yaşanılanlar öylesine uç noktada ki yalnız usta bir oyunculuğu değil, belli bir politik bilinci ve duyarlılığı da olmazsa olmaz kılıyor. Belki de sanatta en güç olgu, acının resmini çizebilmek...

Zehra İpşiroğlu

RADYONUN İÇİNDEKİLER İKAROS YAYINLARI, 2011