Güçlü bir varlık, şık bir davet
72. Venedik Film Festivali’nin gündeminde Türk sineması var.
Mehmet BasutçuBu güçlü varlık, pazar gecesi verilen zarif bir davetle kutlandı. Lido adasıyla San Marco Meydanı arasında bulunan San Clemente adasında, olağanüstü güzel bir mekândayız. 12. yüzyıldan kalma kilisesi, önce bir manastır, sonra akıl hastanesi, şimdi de büyük bir otel olan tarihi binasıyla, Venedik lagunasının en gözde yerlerinden biri bu adacık. Üstelik, “San Clemente Palace” iki yıldan bu yana adanın sahibi Türkler tarafından işletiliyor. Zevkli bir lüksün her köşesinde kendini hissettirdiği bu zarif mekânın talan edilen eski tarihi eşyalarını, tablo ve heykelleri yeniden bulup yerlerine koyarak restore etmeye soyunan yeni sahipleri, İtalyan kültürel mirasına da sahip çıkan örnek bir tavır sergiliyorlar. Emin Alper’le selamlaşıyoruz. Hemen Altın Aslan yarışından söz ediyoruz. İlginç bir ilk yaşanmakta burada. Büyük bir festivalin ana jürisinde görev alan bir Türk yönetmen, adaylar arasında ilk kez bir Türk filmini de değerlendirmek zorunda kalacak. Bu konuda ne düşünüyorsun diye soruyorum: “Hem iyi hem de kötü olabilir. Nuri Bilge Ceylan çok sevdiğim bir yönetmen. Bizlere çok şeyler öğretti. Örneğin, sinemada ritmin (hızlı ya da yavaş ritmin) ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini öğrendim kendisinden. Kültürel olarak filme daha yakın olması tabii ki bir avantaj. Filmin söylemek istediklerini değerlendirme sürecinde daha iyi anlatabilir. Ancak, filmi beğenmeyebilir de” diye yanıtlıyor. Doğru, çok beğenmezse, “Abluka’yı sadece bir Türk filmi olduğu için savunuyor gibi gözükmekten de hiç hoşlanmaz herhalde” diye ekliyorum. “Abluka” festival sarayında bu salı günü izlenecek...
Fatoş Güney’le uzun uzun sohbet ediyoruz. 1982’de, Cannes Festivali sırasında kaldıkları Gray d’Albion otelinde, odalarının balkonunda Yılmaz Güney’le yine Cumhuriyet için yaptığım söyleşiyi anımsıyoruz. Yılmaz Güney üzerine film yapmak projesi ne aşamada, diye merak ediyorum. “Şu anda ölü noktada. Fatih Akın projeyi kendisi bıraktı. ‘Yabancı bir kültürde doğmuş büyümüş birisi olarak ben bu filmi pek hissedemiyorum’ dedi. Projenin başından beri kuşkuluydum zaten... Ancak, bu filmi yapabilmek gerek. Bizler 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerini yaşadık. Çektiğimiz acıları, sürgünleri bir sürü insan ve aileleri yaşadılar. En az bu nedenle bile o dönemi sinemada anlatmak gerekir. Bugüne kadar ne yazık ki mümkün olmadı. Yalan yanlış birçok şey söylendi Yılmaz hakkında. Gerçek Yılmaz Güney’in anlatılmasını istiyorum. Onu en yakından tanıyan benim; 16 yıl birlikte yaşadık. Duvarların ötesinde, ayrı mekânlardaydık zaman zaman, ama gönül birliği içinde yaşadık...”
Peki kim yapabilir bu filmi? Bir Türk yerine yabancı bir yönetmen düşünülemez mi? Hemen akla gelen ad, Costa Gavras, reddetmiş. Atom Egoyan neden olmasın? Ermeni asıllı, Nâzım Hikmet hayranı Fransız komünist yönetmen Robert Guédiguian da olabilir...
“Yılmaz Güney’in tam 104 filmi, 12 Eylül döneminde imha edildi. Adı silinmek istendi. Bunu unutmamak gerekir” diye noktalıyor Fatoş Güney...