Grangé: Suçun mahrem bir şey olduğuna inanırım

Fransa’nın en popüler yazarlarından Jean Christophe Grangé son romanının tanıtımı için İstanbul’daydı. Yazarla sanat, cinayet ve suçun psikolojsi ekseninde keyifli bir söyleşi yaptık.

Emrah Kolukısa

Son 20 yılın en popüler polisiye romanlarından bazılarına imza atmış Fransız yazar Jean Christophe Grangé en yeni romanının Fransa’da piyasaya çıkmasından bir hafta sonra, dilimize yeni çevrilen bir önceki romanını tanıtmak için İstanbul’daydı. “Ölüler Diyarı” adlı romanda Goya’nın tablolarından ilhamla seri cinayetler işleyen bir katilin karanlık dünyasına davet ediyor Grangé okurlarını ve onları sado-mazo ilişlikerin yaşandığı, striptiz kulüplerinin ve porno piyasasının dekorunu oluşturduğu bir yeraltı aleminde tekinsiz bir gezintiye çıkarıyor. Boğaz kıyısındaki otelinde bir araya geldiğimiz ünlü yazara ilk sorumuz da romanın bu karanlık dünyasına ilişkin oluyor elbette.

“Ölüler Diyarı”nın baş kişisi olan komiser Corso bir striptiz kulübünde işlenen bir cinayeti araştırmaya başlıyor ve kendisini porno dünyasının, sado-mazo ilişkilerin içinde buluyor. Bu çevre, bu temalar neden ilginizi çekti, oradan başlayalım mı?
Bence polisiye romanlar yeni bir ülkeyi ya da bir çevreyi, alanı tanımak, içine girmek için güzel bir fırsat. Buradaki alan özellikle benim ilgimi çekiyordu ama öte yandan arzunun hüküm sürdüğü ve çoğunlukla ölümcül olan bu ortamlarla, bu bir çeşit orman gibi tarif edebileceğim yerde gizlenen katil arasında ilginç, sanatsal bir bağ olduğunu düşünüyordum. Yani uçlarda da olsa yaşanan bir aşk var ve bir anda ölüm çıkageliyor.

Kitaptaki katilin Goya’nın tablolarından ilham aldığını öğreniyoruz bir noktada. Bu da kurguda sanata dair bir derinleşme getiriyor ve cinayetle sanat arasında bir bağ kuruluyor sanki. Nasıl yorumluyorsunuz bu ilişkiyi?
Burada porno oyuncularını, fuhuş yapanları, uyuşturucu müptelalarını resmeden bir ressam var ve bu da aslında köklü bir Fransız geleneği sayılabilecek bir şeyi, sanatın en aşağılardan geldiği düşüncesini temsil ediyor. En aşağılardan yani toplumun en alt tabakasından, en kirli bölümünden... 19. yüzyılda Fransa’da bütün şairler, ressamlar ilhamlarını böyle yerlerde, batakhanelerde ararlardı. Kitaptaki ressam karakter de günümüzde buna benzer bir şeyi yapıyor aslında. Bu da tabii bir polisiye yazarı için çok ilginç zira polisiye yazarı da esasında insanın en alt tabakalarına, en tekinsiz dehlizlerine iner ve buradan bir sanat eseri çıkarmaya çalışır. Ve bu kitapta, evet, sanat ve suç arasında bir bağ var. Katil Goya’dan ilham alıyor ve tablolarda da insan kanı olduğunu anlıyoruz.

Nasıl bir araştırma yaptınız bu roman için?
Bu kitapta biraz kopya çektim diyebilirim. Buradaki çevreleri, buradaki aktiviteleri Fransa’da değil de Japonya’da gözlemledim. Japonya biraz ilginçtir bu konuda, orada neredeyse hiçbir şey ahlaksızlık olarak nitelenmez, tukaka edilmez, tabuları yok gibidir. Yani orada gördüğüm şeyleri ben sonra Fransa’ya uyarladım. Ben bunları kurguda, sanatta çok ilgniç buluyorum ama gerçek hayatta değil elbette.

Suç kavramını nasıl tanımlıyorsunuz peki, bir polisiye yazarı olarak?
Ben Freud’un teorilerine yakın hissederim kendimi. Bu yüzden suç konusunda da her bireyin kendi kişisel tarihinden gelen bir şeyler olduğuna ve suçun kişinin ruhundan kaynaklanan, iç dünyasıyla alakalı, mahrem bir şey olduğuna inanırım. Örneğin Fransa’da şiddet gören kadınların halkın fakir tabakasında yaşadığı sanılır. Oysa bu tamamen yanlış, toplumun her tabakasında kadına karşı şiddet var. Yani ben suçla ilgili sosyo-kültürel bir açıklama yapmak, örneğin fakirlik gibi bir sebep öne sürerek determinist bir şeklide yaklaşmak yerine her bireyin yaşadığı öznel deneyimlere öncelik tanırım. Fransa’da polisiye roman yazmaya başladığım yıllarda çoğunlukla sosyolojik yönelimli romanlar yazılırdı. Polisye roman yazarları ekseri sol görüşlü insanlardı ve ilk romanım “Leyleklerin Uçuşu” aslında bir hayli yenilikçiydi. Romandaki karakteri dünyanın farklı bölgelerinde dolaştırıp da oralarda yaşanan fakirliği, adaletsizliği ve benzer konulardaki klişeleri yazmamak bir yenilikti aslında. Ama ben kendi hayatımda da böyleyim, insan psikolojisi hep sosyolojiden daha önemli benim için.

Polisiye yazarlar daha çok bir detektif ya da detektif rolü üstlenen bir karakter yaratıp, o karakter üzerinden üst üste romanlar yazarlar. Conan Doyle’un Sherlock Holmes’u, Raymond Chandler’ın Philip Marlowe’u ya da Jo Nesbo’nun Harry Hole’u gibi. Bu sizin pek itibar etmediğiniz bir yöntem. Neden?
Uzun bir süre, her roman için farklı bir karakter, yeni bir kahraman yaratmanın daha iyi olacağını düşündüm. Her biri için bir profil, bir geçmiş yaratmak ve romandaki suçla ilgili o karakterle doğrudan bağ kuracak bir kurgu oluşturmak benim hep tercih ettiğim yöntem oldu. Ama kısa süre önce bu konudaki fikrimi değiştirdim. Geçen yıl “Kızıl Nehirler” adlı romanımdan hareketle bir TV dizisi çekildi ve orada ilk kez bir karakterimi yeniden ele aldım. Dizideki karakter dört farklı cinayet soruşturması yapıyordu (ikişer bölüm süren dört maceradan oluşuyordu dizi) ve ben bir anda bunların her birinden güzel bir roman çıkabileceğini fark ettim. Bu dört soruşturmayı romanlaştırmaya karar verdim sonuç olarak. Ayrıca bir karakterin farklı olaylar, farklı hikâyeler boyunca geçirdiği değişimleri irdelemek de çok ilginç geldi bana. Üstelik daha da kolay açıkçası.

Ülkücü mafya Fransa’da çok ilgi çekti

Çok sorulmuştur muhakkak, bir bölümü Türkiye’de de geçen ve Bozkurtlar arasında geçen “Kurtlar İmparatorluğu” bizim için ayrı bir önem taşıyor elbette. neden bu konuyu seçtiniz?
Her şeyden önce Fransa’da hemen hiöç bilinmeyen bir konuydu. gazetecilikten gelen bir alışkanlık, okurun ilgisini çekebilmek için hep değişik meseleler, bilinmedik olaylar seçersiniz. Bu konuyu seçmemin önemli bir sebebi de buydu. Sizin için tanıdık belki ama Fransa’da birisine adına Bozkurt/Ülkücü denen bir Türk mafyası var dediğinizde çok ilgi çeker. Ama o dönemde bana kitabın tanıtımı için Türkiye’ye gelmemem, hatta uzak durmam tavsiye edildi.