Görmeyen gözler
Altın Palmiye yarışına beşinci kez katılan Naomi Kawase’nin filmi ‘Hikari’, görme özürlü insanların da sinemaya gidip film izleyebilmeleri için sesli görüntü tanımı yapan genç kız ile, giderek kör olan ortayaşlı fotoğrafçı arasındaki zor ilişkilere, bir dizi yan tema eşliğinde odaklanıyor.
Mehmet BasutçuBir filmi, sinema salonlarının karanlığını delen ışık huzmesi altında, tanımadığınız seyircilerle ortak heyecanları paylaşarak izlemek gerekir; kör olsanız bile! İçtenci Japon sinemasının özgün adı, Altın Palmiye yarışına beşinci kez katılan Naomi Kawase’nin filmi “Hikari”yi, hiçbir alegori içermeyen bu cümleyle özetlemek mümkün.
“Hikari” (Işığa Doğru), görme özürlü insanların da sinemaya gidip film izleyebilmeleri için sesli görüntü tanımı yapan genç kız ile, giderek kör olan ortayaşlı fotoğrafçı arasındaki zor ilişkilere, bir dizi yan tema eşliğinde odaklanıyor. Hayal güçleri daha fazla gelişen görme özürlülere, bekledikleri yorum özgürlüğünü tanıyarak film ‘anlatmak’ hiç de kolay bir iş değildir. Anlatım ne eksik, ne de fazla olmalı; her sözcük özenle seçilmelidir... Şiirsel dili, sevecen kamerası, hümanist yaklaşımıyla Japon kültürünün özsuyunu sessizce damıtan Naomi Kawase (1969) yine son derece duyarlı bir çalışma sergiliyor. Öykünün gerisinde, bireysel ve toplumsal belleklerin önemine göndermelerde bulunuyor. Dünyaya bakmasını bilmeyen gözlerin körleştirdiği ortak belleğin, sözcüklerle ya da görüntülerle kayda geçmesinin önemini vurguluyor.
Cannes seçkilerinin Asyalı bir diğer tanıdık adı, Güney Koreli Hong Sangsoo (1960), “Ertesi Gün” ile Altın Palmiye yarışına ikinci kez katılmakta. Siyah beyaz yalın görüntüleriyle 1960’ların içtenci Fransız sinemasını anımsatan gözlemci sinema dili alabildiğine yumuşak bir film izliyoruz. Varoluşçu konuşkan senaryo özenle kaleme alınmış: Küçük bir yayınevinin sahibiyle, yanında çalıştırdığı genç kızlar arasında gelişen sıra dışı aşk öykülerinin karmaşık yumağı, usul usul çözülüyor... Avrupa sineması kaygı doğuran toplumsal ve siyasi güncel konuları işleyerek alarm zilleri çaladursun; Asya sineması, zengin yan temalarla beslenmiş duyarlı aşk hikâyeleriyle fırtınalı yorgun beyinlerimizi dinlendiriyor sanki. Bu tezatlar ortasında Amerikan sinemasının genellikle düşkırıklığı yaratan örnekleri arasında en ilgincinin, Todd Haynes’ın “Woderstruck”u olduğunu da unutmamalıyız. 1930’larla 1970’lerin Holywood’u arasında sağlam köprüler kuran, farklı dönemlerin dillerine özgün ve tutarlı bir mizansen örneği getiren Todd Haynes (1961), ne yazık ki çocuklar için iki masal olarak özetleyebileceğimiz şizofrenik senaryosuyla umulan bütünlüğe erişemiyor. “Wonderstruck”, sayfalarının ön yüzünde A öyküsünün, arka yüzünde de B öyküsünün anlatıldığı bir kitaba benziyor. Kitabın sayfalarının sadece bir yüzünü okuma özgürlüğümüz var ama, filmi ikiye bölmek, ya da yeniden kurgulamak olanaksız !...
1997 yılında ilk filmi “Suzaku” ile Cannes’da Altın Kamera kazanan Naomi Kawase, 20 yıl sonra Altın Palmiye alabilir mi? Toplumsal ve siyasi konulara, farklı olsa da derin akrabalıklar içeren bakış açılarıyla eğilen Michael Haneke ile Andrey Zvyagintsev’in görüş birliği oluşturamadıkları bu aşamada neden olmasın? Ancak Sofia Coppola, Jacques Doillon, François Ozon ve Fatih Akın’ın sırada olduklarını da unutmayalım...