Godot’yu beklerken kendine rastlamak

Bir kurmaca yapıtın iyi mi kötü mü olduğunun nasıl anlaşılacağına, dahası “Edebiyat nedir” sorusunun yanıtına Ursula K. Le Guin’in “Yazma Üzerine Sohbetler” söyleşi kitabında rastladım; “Çocuklar tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir... Ama öte yandan tek boynuzlu atlar üzerine yazılan bir kitabın, eğer yeterince iyiyse, hakiki kitap olduğunu da bilir.”

Enver Aysever

Kendini her an, tarafı olmadığın bir kavganın, garip dili içinde buluyorsan ve üstelik sürekli samimiyetin, yeteneklerin sorgulanıyorsa, oradan uzaklaşmak gerekir. Yaşadığımız çağ tüm değerlerimizi çaldı. Kaçınılmaz yabancılık duygusuyla başa çıkmak kolay değil. Yazarlık bir ölçüde buna direnç için yapılan iştir, meslek yani. Orada da “çok satmak” belasına karşı direnmek gerekiyor. “Faydalı eylem nedir?” diye düşünmek lazım. Roman yazarak kime fayda sağlayabiliriz örneğin? Herhangi bir okura verecek dersimiz var mıdır, anlatacak samimi öykümüz? Olsa olsa yazar başını sürekli belaya sokan kişidir. Okur olmak da bu beceriksiz kimsenin hallerine tanıklık etmek olsa gerek. 

Beckett’in izini sürerek kendi yoluna bulmaya çalışan bir analist Didier Anzieu, öteden beri yinelenen “büyük yazarlar, sezgileriyle analistlerden öndedir” tezine inanıyor, belki Beckett’in peşine düşmesi bundan. Kahramanları üstünden kendi ruhunu açıklamaya kalkıyor diyemeyiz tam olarak Beckett için. Ancak o roman kişilerinin Beckett’in darmadağın parçaları oldukları konusunda kuşku yok. Analist olarak, Beckett’in böyle bir süreci yaşayıp, isyan ederek kaçmasından söz açıyor Anzieu. Herhangi birinin kendini güvenle analiste teslim etmesi mümkün müdür? Bana kalırsa romancı “otoanaliz” denen işi tüm bir ömür yapar. Romanlar, eğer hesap kitap işi değilse en azından bu işe yarar. Kendi içimizde birini ararken, yazarların mağaralarında ya da tünellerinde dolaşarak bulmaya çalışırız onu. Kendini bulmak pek kolay değildir; karşına çıkan kişiden hoşlanmayabilirsin de, öyleyse şu yanlış olmaz: İçimizde kaç kişi olduğunu bilmemizi sağlar roman, üstelik bir yandan da kurmaca yaparak, yeni kişiler eklememiz için olanak da sağlar.

Yazarların yapay bunalımları vardır, gülünç olduğu kesindir. Bir de hakiki güçlükler yaşarlar ki bunu aktararak da başka kurgu yapmış olunur. Genellikle rüyalar bu işlevi üstlenir. Usta yazarların rüyaları iyi kaynak saydığını biliriz. Didier Anzieu, “Beckett” adlı katmanlı çalışmasında hem romancının izini sürüyor, hem analiz meselesi üstüne tartışıyor, esas olarak da kendi yazma sürecini bizle paylaşıyor. İlginç! Bir yandan bende nasıl Beckett var, diye soruyorum, öte yandan romancıyla aramda ortaklık ve ayrışmalar buluyorum, birden analistin divanına uzandığımı da hissediyorum. Romancılara yaşam biçeriz okur olarak, hakikatleri kimi zaman bizi yanıltsa da orada o imgeyle yaşamımızda temsil edilmelerinden hoşlanırız. Anzieu için Beckett bu konumda.

Bir yerde şöyle diyor analist: “Geceleri, insanın ne uyuduğu, ne de rüya gördüğü, açıkça bilinçli olmadığı, gündüz fark edilmeyen ve bedenin içinden kaynaklanan duyumlara keskin bir dikkat harcadığı bu yarı uyanık durumlarda, ikinci bir tür korku geliyor bana.” Bana da! Bu durumlarla başa çıkmak için herkes kendi yöntemini geliştiriyor. Soluğu düzenlemek, bedeni gevşetecek yollar bulmak, karmaşık düşünceyi zihinde berraklaştırarak ayıklamak, can sıkıcı olanları hemen defetmek ilk akla gelenleri. Romancı metni masa başında üretir sanılsa da tam da yazmadığı zamanda yaptıklarıyla ona biçim veriyor. Kalem elinde olmadığı zaman neyle meşgulsen roman odur. Şunu da ekleyeyim, yine Anzieu’dan: “Hem bir ara verip hem nasıl devam etmeli? Hızlanan kalp atışları. Başka yerde aşırı çalışmanın şu kitabın yazılışına engel oluşu. Uzanıp gevşemek imkânsız. Sonunda sabah her zamanki saatte kalkmak. İçten gelen devam etme baskısı.”

Yazarın iktisadi bağımsızlığını kazanması kolay değil, şu halde başka işlerle meşgul olmak zorunluluğu vardır, tamamen zihnini ve elbet bedenini yaratısına vermek isterken, türlü angaryayı yüklenmek zorunda kalması, çoklu kişilik bozukluğu teşhisiyle onurlandırılması anlamına gelir. Bir romancı kaç kişidir? İyi soru. 

Ursula K. Le Guin, David Naimon’un sorusuna verdiği yanıtta: “Kurmaca dışı eserlerim hakkında konuşmak durumunda kalmak ise beni farklı biçimde korkutuyor. Söyleşiyi yapan kişinin, eserlerimdeki Schopenhauer, Wittgenstein ya da Adorno etkisini tartışacağından korkuyorum, hiçbirini okumadım bu arada; veya kuir teorisi ya da sicim teorisi hakkındaki fikrimi öğrenmeyi talep edeceğinden çekiniyorum; dinleyicilere Taoizmin ne olduğunu anlatmamı isteyeceğinden ya da (en muhtemeli) bana İnsanlığın Geleceği’ni soracağından korkuyorum. Cehaletimin muazzam boyutlarını biliyor olmam, onu sergilemekten hoşlandığım anlamına gelmez.” Bir başka yaygın anlayışa yanıttır bu sözler; romancı bilici değildir, tersine karanlık için yön bulma çabasındadır, üstelik elinde araç gereç yoktur; sezgileri vardır, hepsi bu. 

Ruh kazısına kahraman olmak için girişmez, mecburdur buna. Üstelik sorular karşısında çaresizdir çokça, yapıtında ne söylediğinin farkında olduğu sanılır, kendini ne kadar biliyorsa, o kadar söylemiştir.