‘Göç tarihin motorudur!’
Mustafa Balbay yeni kitabı “Köleliğe Kaçış”ta, Suriyelilerin göç dramını merkeze alıyor.
Gamze AkdemirGazeteci yazar ve eski CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay, Suriyelilerin sınır boylarında, kamplarda, umut ve can pazarlarında, bizzat gözlemlediği trajedileri ekseninde yazdığı romanı “Köleliğe Kaçış”ta, okurları kasırganın gözünden insan ve insanlık manzaralarına davet ediyor. Balbay’ın belgesel canlılığında kaleme aldığı “Köleliğe Kaçış”ı salt kurgu sanan yanılır! Tıpkı romanındaki Suriyeli Halit’in ve ailesinin başına gelenler gibi; yokluk, korku, trajedi ile iç içe göçmenler. Hele bir de önyargılarla mücadele ediyorlar ki tam bir kör dövüşü! Tüm yakıcı gerçekleri merkezine aldığı “Köleliğe Kaçış”ı konuşurken sorularım önce gazeteci yazar ağabeyim Mustafa Balbay’a sonra milletvekili Mustafa Balbay’aydı.
Komşun celladın olabilir!
n Hayata beş sıfır geriden başlamak demek göçmen olmak. Hele ki Ortadoğu gibi korkulan, yanan bir coğrafyadan geliniyorsa. Önyargıların aşılması imkânsız değilse de zor. Tam bir kapan! Siz Suriyelilerin acısıyla ilk Silivri mapushanesinde tanıştınız. Sonra?
Evet, ilk göç 29 Nisan 2011’de, Hatay’ın Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan girişle başlamıştı. O acıyla önceki yıllarda dünyanın dört bir yanında yüz yüze gelmiştim. Çoğunluğu sırt çantasıyla olmak üzere 80 ülke gezdim. Bunlar arasında iç savaşın acısını yaşamış coğrafyalar da vardı. Suriyelilerin iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığındığını haberlerde izleyince, “Eyvah, bu acı büyür” dediğimi anımsıyorum.
Hükümet 2013’e dek Türkiye’ye giren Suriyelilerin envanterini bile tutmadı. Güya kısa sürede rejim devrilecek, Suriyeliler de güle oynaya yeni bir rejimde huzur içinde ülkelerine dönecekti. Olmadı. 2013’te sayı milyonu aşınca Göç İdaresi Başkanlığı kurmaktan kalıcı kamplar kurmaya kadar bir dizi önlem almaya çalıştılar.
Vurguladığın gibi onlar hayata en az beş sıfır geriden başlıyorlar. Demir kapıların arkasında Suriyelilerin akın akın Türkiye’ye girişini izlerken, özgürlükte iç savaş coğrafyalarına yaptığım geziler geldi gözümün önüne. Balkanlar’da iç içe geçmiş halkların birbirini boğazlaması, Kuzey ve Güney Yemen’de çizilmiş sınırların kan gölüne dönmesi, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde beyazların siyahlara yaptığı... Bu acıların benzerini Suriye yaşayacaktı. Zaman ne yazık ki böyle işledi.
Hapisten 2012’de gazetem Cumhuriyet’e gönderdiğim köşe yazılarından birinin başlığının “Bizim Suriyeliler” olduğunu anımsıyorum. Özgürlükle birlikte ilgi alanlarımdan biri Suriyeliler oldu. Biliyorum, pek çok kişi, “Bizim çocuklarımız işsiz. Onlara para veriyoruz. Gitsinler ülkeleri için savaşsınlar” diyor. Ancak iç savaş bambaşka bir şeydir. Cephe belirsizdir, dost-düşman kim belli değildir. Üst komşun celladın olabilir. Her şey bir yana onların da insan olduğunu unutmamak gerekiyor. Türkiye’nin 81 iline eşit yayılan başlıca sorun Suriyeliler. Her ilde var. İşin bu noktaya gelmesinin temel sorumlusu da hükümet. Bu madalyonun bir yüzü, öteki yüzü de Suriyelilerin yaşadığı acılar. Buna ayna tutmaya çalıştım.
Can pazarında her şeyin fiyatı var!
Aralarına girip onlarla konuştunuz. Can pazarında başlıca nelere tanık oldunuz, o evrende neler esin oldu “Köleliğe Kaçış”ı yazmanıza? Ve umut denilen duyguyla mesafeleri neydi?
Suriyelilerle üç yerde büyük bir yüzleşme yaşadım: Şanlıurfa’nın Suruç ilçesindeki kamplar, İzmir Basmane’deki Ege Denizi’nden Avrupa’ya ulaşma pazarı, İstanbul-Edirne yolundaki sınıra yürüyen binlerce insan...
Suruç’taki kampı ilk ziyaret ettiğim gün yağmur yağıyordu. Bir çadırın önünden geçerken dışarıda ipe serili çamaşırlar gördüm. Yağmuru gösterip neden dışarıda tuttuğunu sordum. Sorumdan utandım. Çadırın içini gösterdi. 8-9 metrekarede 6 kişi yaşıyorlardı. Nereye koyayım, der gibi yüzüme baktı. Yağmur dinecek, bir daha yağana dek kurursa kuruyacak, kurumazsa bir yağmur daha yiyip sonra kuruyacak. Böyle bir hayat. Çadırın içinde üç çocuk bir elmayı nöbetleşe ısırarak yiyordu.
İzmir’in Basmane semtinde Arapça tabelaların Türkçeden fazla olduğu sokaklarda neler yaşanıyor, inanamazsınız. Dikili-Çeşme hattında sahile minibüsle grup götürme, zodyak ayarlama, denize açılacak zamanı kollama, can yeleği, kimlik ve benzer değerli eşyaları sudan koruyucu kap, sahte pasaport, sahte diploma, sahte kimlik yapımı... Bunların tümünün fiyatı var. Can yeleklerini incelerken içlerinde sünger parçaları olduğunu görünce donup kaldım. Umutla Ege’nin öte yakasına geçmek isteyen insanlar suya düşünce bu can yelekleri onların ölüm yeleği oluyordu.
2 Eylül 2015’te Aylan Bebeğin cansız bedeninin kıyıya vurduğu gün binlerce kişi de İstanbul’dan Edirne’ye gitmek için yola çıkmıştı. Almanya’nın kapıları açacağı haberi yayılmıştı. Türkiye de sınıra gidişi durdurunca Suriyeliler yaya yola çıkmıştı. Biz de CHP Mülteci Komisyonu üyeleri olarak İstanbul’daydık. Onlarla birlikte Edirne’ye gittik. Zaman zaman yolda yürüdük. Aylan bebeğin ölümünün dünyayı uyandıracağı umudu vardı çoğunun yüzünde. Kırkpınar er meydanı Suriyelilerle dolmuştu. Sınır boyuna gitmeleri yasaktı. Gitseler bile tel örgüleri geçmeleri olanaksızdı. Yeni tip tel örgü yapıldı dediler. Merak edip gittik. Bu tel örgü değil, kalınlığı bir metreyi aşkın tel duvardı. Buna benzer pek çok yaşanmışlığı birleştirip romanlaştırdım.
Uluslararası göç tariflerinin tümü bizde var
Göç var, göç var! Göçmen var, göçmen var! Canhıraş kaçan da, yurdundan kovulan da, ekmeği için istemeyerek giden de, farklı bir yaşam için gönüllüce ayrılan da göçmen. Tarih boyunca böyle bu. Gelecek zaman içinde neler olacaktır sizce?
Türkiye göç olgusuna yabancı bir ülke değil. İç göçü bir yana koyuyorum; uluslararası göç tariflerinin tümü bizde var. Göç alan ülkeyiz, göç veren ülkeyiz, transit geçiş ülkesiyiz. Bunları her biri başlı başına sorun.
Türkiye’de 85 ülkeden gelen göçmen yaşıyor. Bir kısmı Türkiye’yi memleket edinmiş. Suriyelilerin dışında Afgan, İranlı, Iraklı binlerce insan var. Bunların önemli bir bölümü ilk fırsatta Türkiye’den Avrupa ülkelerine gitmeyi hayal ediyor.
Türkiye coğrafyası göçmen kuşların göç yoludur. Türkiye aynı zamanda göçmen insan yolu. Tarihte de boşuna kavimler kapısı denmemiş. Aynı zamanda yurttaşlarının ilk fırsatta terk etmek istediği bir ülkeyiz. Üniversitede anket yapılsın, en çok ne sahibi olmak istersiniz diye, “Vizeli pasaport sahibi olmak istiyorum” diyenlerin sayısı hiç de az çıkmaz.
Şu da bir gerçek; Göç tarihin motorudur. Anadolu’yu yurt edinişimizi düşünün. Osmanlı’nın çöküş döneminde Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan Anadolu’ya gelen milyonları, Anadolu’dan göçenleri düşünün... 1950’lerin sonunda başlayan Almanya göçünü düşünün. Almanlar 1980’lerde şöyle demişti: “Biz Türkiye’den işçi getirmiştik, meğer insan getirmişiz.” Zira Almanlar, “Kalkınma sürecinde Türk işçileri bize çok faydalı oldu. Kalkındık, artık geri dönsünler” deyince biz ne dedik. “Irkçılık” dedik.
Suriyelilerle ilgili en kolayı “gitsinler” demek. Ama bu kolay görünmüyor. Ben, ‘Gelin biraz empati yapalım’ diyorum. Romanı bunun için yazdım. Diyelim ki hava karlı. Siz kar yağmasına karşısınız. “Ben kar istemiyorum” diye feryat etmenin faydası var mı? Yok. Ne yapmanız gerekir? Kara karşı önlem almanız. Artık deyim yerindeyse “Suriyelilerimiz” oldu. Bu aşamadan sonrasına bakmak gerekiyor.
Mülteci kadın olmak iki kat zor
Kitabınızda, savaşın canhıraş koşullarında, normal şartlarda felaket olarak nitelenebilecek olaylar başlarına hem de silsile halinde geldiğinde, acı içinde yutkunuyor romanın kahramanları. Doğru dürüst yas tutmaya dahi zaman yok. Kardeşin kardeşe bile eyvallahı olamadığı bir durumdalar. Böyle bir evren..
Romanın boyutlarını çok güzel özetledin. Sevdiğim bir söz vardır; denir ki: Savaşlar arkada üç ordu bırakır; sakatlar ordusu, gözü yaşlılar ordusu, hırsızlar ordusu. İç savaşlarda bu katlanır. Bir şey daha eklenir; göçenler ordusu. Romanda bunların büyük çoğunluğuna yer verdim. Yaşanan acıların, vahşi duyguların, fırsatçılıkların hepsi gerçek.
Marco Polo ünlü geziler kitabında şöyle der: “Gördüklerimin tümünü yazmadım. Zira inanmayabilirlerdi...” Ben de acıların, acıdan beslenenlerin tümünü yazmadım. “Balbay, abartizm sanatını kullanmış” diyebilirlerdi. En büyük acıyı kadınlar yaşıyor. Onların yaşadıklarını sözcüklere dökmeyi ayrıca önemsedim. Kadınlar hem Suriyeli erkeklerin baskısı altında hem Türkiye’de onlara farklı bakışlar var. Mülteci olmak zor, mülteci kadın olmak iki defa zor.
‘Suriyeliler beni ararlar’
Şanlıurfa’nın Suruç ilçesindeki kamplar, İzmir Basmane ve İstanbul-Edirne yolundaki sınırına yürürken tanıdığım Suriyelilerin bir bölümü romanda var. Özellikle İstanbul-Edirne yolunda tanıdığım gruplardan çok etkilendim. Aileler paramparçaydı. Yakını Ege Denizi’nde kaybolmuş olandan Suriye’deyken iç savaşta ölene kadar. Yolda hamile kadınları görünce ayrıca etkilenmiştim. Daha sonra anladım ki; hamilelik de Avrupa’ya ulaşmanın bir unsuru. Bir baba anlatmıştı; Karısı üçüncü çocuğa hamileydi. Kimi zor anlarda kötü muamele görmemenin, kapalı kapıları açmanın bir yolu da kadının hamile olmasıydı. Kadının yaşadığı zorlukları düşünün. Cep telefonumda 50’yi aşkın Suriyelinin telefonu var. Sıkışınca beni ararlar. İzmir’de dükkân açanlar var. Belediyeler zorluk çıkarırsa, “Balbay’ın arkadaşıyız” diyorlarmış. Burada şunu özellikle vurgulamak isterim, romandaki olaylar gerçek, ancak karakterleri ben yarattım. Romanda geçen olayların çoğu bizim toplumumuzun da kanayan yarası. Ötekileştirme, çocuk gelin, kadına şiddet bire bir dikkat çekmek istediğim evrensel sorunlar.
Ortadoğu’da tek örnektik
Göçmenler için bir vekil olarak Meclis’te neler yaptınız?
Meclis’te İnsan Hakları Komisyonu’na bağlı Mülteci Hakları Alt Komisyonu var. Bunun dışında Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir komisyonu var. Ben partinin komisyonunda yer aldım. Çalışmalarımızı kitap haline getirdik. Çözüm önerilerimizi sunduk.
Oy için kelle hesabını çoktan geçen bu vahim projede AKP neyi görüyor da görmüyor?
İktidar başlangıçta yaptığı hatayı sürdürüyor. Her şeye “kullanılabilir mi”, “üzerinden siyaset üretilebilir mi” diye bakan iktidar, bu konuda da öyle. Gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklerseniz, bu yanlış sonuna kadar devam eder. İktidar başta “Esad’ı devir, bunu kendi zaferine çevir” diye yola çıktı. Gelinen noktada Suriye Devlet Başkanı Esad, uluslararası dengeleri de kullanarak ayakta kalmayı başardı.
Türkiye, öteden beri Ortadoğu ülkelerinin içişlerine karışmazdı, ama diyaloğu da iyi kurardı. Örneğin İran-Irak sekiz yıl savaştı, biz her iki tarafla görüşebilen az sayıdaki ülkeler arkasındaydık. Şimdi Ortadoğu’nun üç önemli ülkesi Suriye, İsrail ve Mısır’da büyükelçimiz yok. Gezdiğim ülkeler, okuduklarım, yaşadıklarım gösteriyor ki; komşularınızla iyi olmadan, huzur içinde yaşayamazsınız. Türkçemiz ne güzel söylemiş; Ev alma komşu al, komşu komşunun külüne muhtaç...
‘Suriye, Roma’nın köle ambarıydı’ Kitabın adı insanı ürkütüyor; insanlar öyle bir halde ki, köleliğe doğru kaçıyorlar. Bu isim nasıl aklınıza geldi? |