Givency'deki evinde Monet
Givency, üç ayrı tabaka üstünden Monet'ye odaklanmamı doğurdu. On-on beş yaş daha genç olsaydım, ressama daha derin bir sefer düzenlemeye kalkışırdım, görüyorum: Marmottan'da ve Orsay'de uzun seanslar, kaynak eşinmeleri, yapıt gruplamaları yapıp soluklu bir işe girişebilirdim - oysa, tezgâhımı kendi genişliğinde tutma eğilimimi korumayı yeğliyorum bugün.
cumhuriyet.com.trİlk tabaka, Monet'nin Japon sanatına tutkusuyla ilintili. İyi-kötü çağdaşı sayılabilecek estamp ustalarının yapıtlarını edinmiş, neredeyse bütün duvarlarını kaplamış onlarla. Bir sanatçının, hiç gidip görmediği, uzaktan ne kadar tanınabilirse tanımaya çalıştığı, parametreleri bunca farklı bir uygarlığın kültürüne böylesine yakınlık duyması şaşırtıcı yanlar taşıyor. Gauguin başka: Çekip gitmiş, içinde yaşamış, yabancısı olmaktan çıkmıştı. Ayrıca Japonya örneğinde, çok derine kökleri inen, çetrefil bir kültürel bağlam var karşımızda.
O estetikten büyülenmiş Monet; sözün gelişi seçip kullanmıyorum bu fiili. Duvarlara istiflenmiş estampların plastik değerini üstün, giderek yüce bulduğu anlaşılıyor. Onlarla yetinmemiş: Ömrünün yarıdan fazlasını, Givency'deki evin etrafında bir Japon bahçesi yaratmaya ayırmış: İkinci tabaka.
Ağaçlar, çiçekler, su, köprü: Düzen'i hayata geçirmek için didinmiş, böylelikle yeni resimleri için yapay ama sahici bir öteki dünya kurmuş.
Üçüncü tabaka: Benzerlerinden, komşularından, giderek kendinden uzaklaşarak başka bir resme yürümüş. Bir bölüğü Givency müzesinde bugün sergilenen, başyapıtı Musée d'Art Moderne'in demirbaşı olmuş, diğerleri Marmottan ve Orsay başta çeşitli müze ve koleksiyonlara dağılmış, çeyrek yüzyılı aşkın bir dönemini ressamın kapsayan bir üretime gönderiyorum.
Orada, özellikle 1890-1920 arası, benzersiz bir soyutlama çalışmasına yönelmiş Monet. İzlenimcilerin hiçbiri bu denli zorlamamıştır sınırları; bilebildiğim kadarıyla. Yerinde, bahçeyle ile müze arası, daha açık görünüyor o serüvenin içindeki gözüpeklik. Kim ne der, ne anlar, ne düşünür tasasını hiçe sayan olağanüstü bir arayış, bir yüzleşme çabası var işlerinde. Bazan, büyük sanatçının, dönemine sırt dönmesi, ötekilerin yargılarına kayıtsız kalarak yalnızlaşmayı göze alması büyük sonuçlar getirebilmiştir: Cézanne ve Gauguin'e, hayli gecikmiş biçimde Monet'yi eklememi sağladığı için, Givency gezisine şükrediyorum şimdi.
Dışarıdan bakarken kabaran coşkumu, içeriden bakan FT'nin söyledikleri hem doğruladı, hem pekiştirdi aslında: İzlenimcilere de, XIX. yüzyıl sonu resmine de özel bir yakınlık duymuyor olmasına karşın, Nilüferler dizisinde ve onu kuşatan kimi tablolarda erişilmesi güç, eskimemiş bir ustalık buldu.
Japon estamplarıyla diyaloğu, Monet'deki haslığın karşılığını koyuyor önümüze: Öyle bir süzgeç, imbik ki onunkisi, her aldığını kendisinin kılmış.
Givency'de üç-beş kare fotoğraf çektim. Nilüferlere yöneldiğimde, bir tanesinde, bugüne dek çektiğim en iyi fotoğraflardan birisini tutturduğumu, yakaladığımı düşünüyorum.
Gözümü, ötekinin gözü mühürledi sanki.
Gönüllülük
Yazma uğraşını ayırıyorum, bütünüyle ego merkezli bir varoluş biçimi sonuçta. Otuz yıl boyunca yaptıklarımın alter düzleminde etkisi, yararları oldu şüphesiz: Kitap, dergi, etkinlik, vb. Gelgelelim, pek azı dışında, 'gönüllü' statüsüne girmiyordu parçası, çoğu zaman sorumlusu konumunda gerçekleştirdiğim işlerin özelliği: Hem hayatımı kazanıyordum, hem de toplumsal bir kimlik inşa ediyordum onlarla, 'gönüllü'lük bağlamında, dönüp baktığımda, düpedüz bir bozgun hayatım. Fakirler, yaşlılar, hastalar, özürlüler, işsizler, düşkünler için ne yaptım? Toplumsal düzenin iyi işleyişi, çevre kaygıları, âfet sonuçları çerçevesinde neye yaradım? Koca bir sıfır okunuyor hanemde.
Avrupa, bu açıdan, vicdan kabartan bir diyar. 'Yürek Aşevleri'nin bu yılki kampanyası bugün başlıyor; evsiz-barksızlarla ilgili ateşli çalışmalar sürüyor; yalnız ülkeler temelinde değil, uluslararası düzlemde de yüzbinlerce gönüllü her an çaba gösteriyor. Sirke sözlüler boşuna yorulmasınlar: İşe yarıyor yapılanlar.
Türkiye'de, kötü yetiştirildiğimiz, eğitildiğimiz doğru. Gelgelelim, yeterli bir özür gerekçesi oluşturmuyor bu. Avrupa'da gözlemlendiği ölçüde yaygın, katılımcı, örgütlü bir eylem alanı yaratılamamış olmasına karşın, pek çok bireyin gönüllülük etkinliklerine katıldığını biliyoruz. 'Gürültü'yle yapılan işleri saymıyorum: Gösteriş ya da görünme esaslı çıkışlar da kimlik inşasıyla bağlantılı davranışlar. Gönüllülük, özünde sessizlik ister. Bir iki öncünün kaçınılmaz ve zorunlu olarak başı çekmesi dışında, geri kalanlar için sahici duruşun anonimlikten geçmesi gerektiğine inanıyorum.
'Hanede koca bir sıfır', belki abartılı oldu: Sıksam, irili ufaklı kimi gönüllülük adımları çıkar benim hikâyemden de. Ne ki, yeterli olmanın çok uzağında bir tablo olduğu da yadsınamaz benimkisinin. Şu yaşta, bir bulunç bunalımına girmek için çok mu geç? Genellikle, bir yaş eşiğinin ardından beliriyor galiba bu kıpırdanışlar, bireyin başından beri doğru yönlendirilmediği toplumlarda. Sorunu geniş ölçüde çözmüş ülkelerde, her yaştan gönüllüler çıkıyor karşımıza. Kiminde inanç ekseni belirleyici şüphesiz, kiminde değil ayrıca.
'Ötekin için ne yaptın?' soruyu ille de böyle yöneltmek gerekmez. 'Ötekinin canı cehenneme' demeyi kolaylaştırmaktan öte bir işe yaramaz bu.
Bir gün olmazsa bir başka gün, herkes 'öteki' kategorilerinden birinde, birkaçında yer alacaktır: Hasta, yaşlı, fakir, düşkün olmamıza ramak kalmıştır.
Gönüllülükte, kendi sağlığından, tokluğundan, varsıllığından utanma eğilimi vardır. Beğenmeyen beğenmesin, ben bunu beğeniyorum.