"Gezi, edebiyatın içindeki yerini alacak"
Enver Aysever'in raflarda yerini alan iki incelemesi. "Edebiyat Ölmelidir!"de pek çok uyarıcının yanı sıra, yeni medya olanakları ve toplumsal sorunlar içinde savrulan günümüz insanına yakın plan bakıyor Aysever. Ucuz söylemlerin, sıradan bir dilin esir aldığı ve neredeyse zekâmızla dalga geçen bir edebiyat dünyasını irdeliyor.
cumhuriyet.com.tr“Nasıl Yazar Olunur?” ise kimsenin okumaya vakit bulamadığı, herkesin yazmak istediği bir dönemde sır kapısını aralamayı amaçlayan bir kitap. Aysever’le kitapları üzerine söyleştik.
“Kimi zaman romancılar kendilerini yok etmek ister. Bu, bedenin ortadan kaldırılması türünden bir intihar değildir elbet. İçinde bulunduğu dünyanın kirini, pasını bilen, sezen, yazan kişi; hele bir de büyük ülkülerden, yeniden bir dünya kurma olanağının yoksunluğundan eminse; edebiyatın / romanın işlevini yitirdiğini düşünür. Yapıt vermek istemez. Eli kaleme gitmez. Sancısını, sızısını, gördüklerini kendiyle birlikte yok etmek ister. Anlamak gerekiyor bu durumu...”
“Edebiyat Ölmelidir!” kitabından...
- Mevcut durumu vurgulamak adına portreyi çokça ve bilhassa karanlık çizerek, “Edebiyat Ölmelidir” adlı kitabına atfen iç içe sorarsam... Kitabında önemini vurguladığın o iç arşivi kısırlaştı mı yeni romancıların? Şimdilerde “esin hali” ne âlemde? Biraz fazlaca mı dobra edebiyat şöyle hücceten? Yazın yeni modalarca nasıl bir soğurma içindedir, çağın, günün bundaki dahli nedir ve bu bir yazın kavgası mıdır da?
- Yazmak, yazarlar ve yazarlık üstüne düşünmek karmaşık bir işe girmek anlamına gelir. Her yazar başlı başına bir dünyadır. Her insan gibi! Fark yazarak var olmayı seçmesinden kaynaklanır. Bu da azımsanamaz elbet. Diyeceğim; yazma itkisi, isteği bir zorunluluk halidir. Tamamen kişisel, özneldir. Bir yanıyla bu kadar biricik ve tek başına gerçekleşen eylem, bambaşka bir kavganın tarafı olmak demektir öte yandan. Bildik anlamda bir Tanrı’ya inanmaz yazar. Belki imgeleminde kendi ürettiği ve bir başkası tarafından kavranması güç bir Tanrı söz konusu olabilir. Bundan söz açmamın nedeni, yazarın kendini dünyanın merkezine koymasını anlatmak, tuhaf bir bencillik içinde yazma eylemine kapılıp gitmesini tam olarak hissettirmek için. Bu tarifi derinleştirmem mümkün elbet. Yazarların yaşam izlerini sürdüğümüz vakit türlü seçenek buluruz. Ama derinde, sadece iyi kurgucuların/öykücülerin bildiği, sezdiği bir gerekçe vardır ki, bunu sahici okur kavrar ancak.
O halde şöyle bir sonuç çıkarmak olanaklı hale gelir; yazar ve okur arasında biraz bilmecemsi gibi duran, ama iki tarafın üzerinde uzlaştığı gereksinimler üzerinde doğan ilişki biçimine okur/yazar olma hali diyebiliriz. Hangi ihtiyaca yanıt aradığımızı böylece buluruz. Her kitap görünümlü olan nesneye nasıl yapıt denemezse, her yazıyla uğraşan kimseye de yazar denemez. Herhangi bir kutsama yapmak için bunları söylemiyorum. Ama saptama budur. Tüm bu söz açtığım veriler üzerinde tartışırsak, samimi bir edebiyat ortamının dar bir çerçevede yaşandığını ve bunun her dönem böyle olduğunu biliriz.
“GEZİ SÜRECİ, EDEBİYATIN İÇİNDE YERİNİ ALACAK”
- Gezi Direniş’inden nasıl bir edebiyat doğacaktır? Sloganlarla bezeli, umut dolu, dirençli, ivmesi güçlü bir edebiyat çıkarır mı yeni nesil?
- Bir toplumsal olayın edebiyatta karşılığını bulmamış olması demek, o olayın yaşanmadığı anlamına gelir. Eğer Gezi süreci yapay değilse (ki olmadığı apaçık ortada) günün birinde yerini alacaktır edebiyatın içinde. Bunu iki türlü ortaya koymak gerek. İlkin bu sürecin ironisi yüksek dil’ini bir edebi veri olarak görebiliriz. Ki buradan büyük lezzet üreten yapıtlar çıktı bile. Bir de aceleye gelmeyen ve demlenerek ortaya çıkacak olan yapıtları beklememiz gerek.
Edebiyat kimi zaman güncel olmak telaşına düşse bile, nihayetinde derin, uzun erimli bir iştir. Bir söz’ün ağırlığına erişmek onca kolay olmaz. Olamaz.
- Ansızın karşılaştığın roman kahramanlarını da yazıyorsun kitabında... O buluşmayı, rasgelmeyi, o kendiliğindenliği, heyecanı... Yazar gözü değil mi? Algıdaki o seçicilik... Sinyal, alarm veriyor adeta onlarla karşılaşınca... Sonra “paparazzi” denli ısrarlı, dedektif denli araştırmacı o takip sürecini de sormalı yazarın edebiyat ölmeden önce hemen...
- Zamanının tamamını malzeme toplamak için geçiren kimseler vardır yazıyla uğraşan. Nedense ortaya koydukları ürünler beni ikna etmez. Arayışlarını hisseder, uzak dururum. Samimi olmayan bir kurmacanın sesi içime işlemez. Bir de yaşamın içinden süzülüp gelen kişilerle karşılaşınca kalemi bayram yerine dönene yazarlar vardır. Esasen aklındakini arıyordur da, haberi yoktur. Başka türlü söylersek, aklında olanın ne olduğunu bile, kahramanıyla karşılaşana dek bilmiyordur belki!
Ansızın bu türden karşılaşmalar olur. Kimi kaleme gelir, elle tutulur, gözle görünür bir hal alır. Ardından yazarın dünyasında pişer ve karşımıza dikilir. Kimisi sahiden roman kahramanı gibi yaşar, lakin yazar onu fark etse de yazmak istemez. Başka bir romancının yapıtına ait olduğunu bilir. Esrik işler bunlar…
“KAFAM KARIŞIK, ÇÜNKÜ YAZARIM, AHMAK DEĞİL!”
- “Yazar demek birey demek”...
- Yazar bir başına olmayı tüm korkularına karşın seçen kimsedir. Bir yapıtın özgün olması için de biricik olması zorunlu malum. O halde hem birey olacak yazar, hem de bireyin gizini çözüp, süzüp anlatacak. Toplumsal bir yanı varsa da yazarlığın bu yazma eylemine dahil değildir. Tıpkı okumak gibi!
- Romanlarla eğitilmiş toplumların farkları, deneyimlerinin önemini nasıl yorumluyorsun kitabında ve kitabındaki bir başlıktan alıntılarsam; çalışan sınıflar roman için nasıl bir umuttur?
- Roman, benim için tüm sanatların uyumlu biçimde bir arada olmayı başardığı ve sınırsız olanaklar sunan bir tür. Felsefe, şiir ve hatta müziğin giderek belirginleştiği bir tür… Okurun bu türden bir sürece dahil olabilmesi için deneyimli olması mutlak koşul. Okuma deneyiminde, okur olma becerisinden söz ediyorum. Eğer sınıfsal bir kavga söz konusuysa, ki şimdilerde orta sınıfın hayli işçileştiğini biliyoruz, bu deneyim, arayış ve eğitim kendiliğinden gerçekleşir. Roman okuru olmak bir yanıyla konfor gerektirir. Hayata katılmak, savaşım içinde olmak bu anlamda önemli.
- Edebiyatta ilericilik-gericilik eşiğinde yaşananların, “ayrı dünyaların” edebiyata sektesi ve/veya varsa katkısı ne olsa gerektir? Arayışı ve kavgasıyla ve helal olsun’uyla Sabahattin Ali’yi de bu bağlamda nasıl yazıyorsun kitabında?
- Kim postmodern sayıklamalarla ortalığı bulandırırsa bulandırsın ‘ilericilik-gericilik’ meselesi diri biçimde orta yerde durmakta. Bu kavramların nasıl tartışılacağı ayrı bir sorunsal elbet! Ancak bir sanat yapıtı, eğer yapıt olmayı başarıyorsa ilericidir. Dünyayı değiştiremiyorsa bile, kişiye bu umudu verir. Sabahattin Ali hem kişi olarak, hem yapıtlarıyla bu umudu veren, yaşatandır.
- “Kafası iyice karışmış birisiyim” diye yazıyorsun. Neden?
- Kafa karışıklığı ahmaklığımdan değil elbette. Aydın ve yazar kimsenin her daim kafası karışıktır zaten. Yazma ve yaratma çabası bundandır. Bunca hareketli bir toplumsal yaşam akarken bilişim olanakları dünyayı baştan başa yeniden tarif ederken zihni berrak kimseden kuşku duyarım. Şiir, felsefe ve son tahlilde tüm sanat yapıtları bu karışıklığı ortaya koyar. İyi yanıtları olmayabilir yazarın ama mutlak iyi soruları olması gerekir.
- Biraz önceki sorulara verdiğin yanıtların kapsamına deneme’yi de alırsan neler söylemek istersin? Sana göre deneme yazarlıkta nasıl bir eşiği temsil eder?
- ‘Deneme’ okuru türlü hazlar alanında özgür dolaşmaya hazır olmalıdır. Nereden nereye gidileceği belirsizdir ama yolculuğun ne tür vaatlerle dolu olduğunu mutlaka bilir kişi! Yazarlığın er meydanıdır aynı zamanda ‘deneme’. Aklına geleni yazmak, üslup sahibi olmadan bu işe koyulmak fena halde kötü sonuç verir. Büyük ustaları okumadan, izlerini sabır ve ısrarla sürmeden ‘deneme’ yazmaya soyunmamak gerekir.
“KİMİ USTALARIMLA VEDALAŞTIM!”
- “Nasıl Yazar Olunur” adlı kitabının belli başlı argümanlarını özetle burada da dile getirir misin?
- Eğer nasıl yazar olunacağını bilen bir kimse varsa, bana da söylesin. Belki tersini söylemek mümkün; nasıl yazar olunmaz! Piyasacılığa tutsak, okur/yazarlıktan uzak, dille ilişki kurmamış, öykünmeciliği aşamadan ve en önemlisi bir köke dayanmadan yazar olma güç. Kök dediğim, Türkçe edebiyattır kuşkusuz.
- “Nasıl Yazar Olunur” kitabında -hepsini sayamasak da- kendi Ahmet Rasim’ini, Adalet Ağaoğlu’nu, Leylâ Erbil’ini, Oğuz Atay’ını, Attila İlhan’ını, Melih Cevdet’ini, Yakup Kadri’ni, Orhan Kemal’ini, Oktay Akbal’ını, Hüseyin Rahmi’ni, Tarık Dursun’unu, Dostoveyski’ni yazıyorsun. Edebiyata ortak etkilerini inceliyorsun. Onlara dair neler söylersin son soruda?
- Benim sevdiklerim, ustalarım ve yetiştirenlerimdir bu saydıkların ve ötesi. Kimiyle vedalaştım. Kimi hâlâ benim için özel yerde durur. Artık Adalet Ağaoğlu benim yazarım değil. Okuru olarak hem kırgın, hem kızgınım. Leylâ Erbil daha da kıymetli ama! Melih Cevdet hayranlığım ölene dek sürecek. Bir de ustam Feriden Benden var. Kitabımı ithaf ettiğim. Keşke ülkem tanısaydı onu.
Edebiyat Ölmelidir!/ Enver Aysever/ Remzi Kitabevi/ 244 s.
Nasıl Yazar Olunur?/ Enver Aysever/ Remzi Kitabevi/ 240 s.