Gerçeküstü gerçekler ve siyasi mücadeleler...
Açılış gecesinin tartışmasız yıldızları, Spike Lee ve Judie Foster’dı. Biri sapına kadar aktivist siyahi Amerikalı yönetmen/senaryo yazarı; diğeri de toplumsal savaşımlardan kaçınmayan, tırnaklarının ucuna kadar zarif, mavi gözlü entelektüel Amerikalı star oyuncu/yönetmen...
Mehmet BasutçuBu yaz, birçok yeni ilkin yaşandığı Cannes Festivali, tanımlamanın en asil anlamıyla, hep siyasi olagelmişti zaten. 1982’de Altın Palmiye’nin Yılmaz Güney ile Costa Gavras arasında paylaştırılması; Dardenne kardeşlerin 1999 ve 2005’te, Michael Moore’un 2004’te, Ken Loach’un da 2006 ve 2016’da, sinema dünyasının bu en büyük ödülünü almaları gerisinde, yaratıcı bir dille işledikleri konuların siyasi boyutu da kuşkusuz farklı jürilerin gözünden kaçmamıştı...
Spike Lee, iki ilki birlikte simgeleyen bir jürinin başkanı bu yaz. Çoğunluğu ilk kez kadın sanatçılardan oluşan jürinin ilk siyahi başkanı olması nedeniyle, basın toplantısında soruların kendisi üzerinde yoğunlaşmasını reddederek her üyenin söz almasına, sorulara herkesin ayrı ayrı yanıt vermesine özen gösteriyordu...
“Dünyamız gangsterler tarafından yönetiliyor!” diyerek Putin, Bolsonaro gibi hâlâ iktidarda olan diktatörlere karşı tavır alan Spike Lee, üzerinde 1619 yazılı kasketiyle, Amerika’da köleliğin başladığı simgesel tarihi gündeme getirerek, ırkçılığa karşı savaşın süregeldiğini de vurguluyordu.
Gürcü bir gazetecinin ülkesinde yaşanan insan hakları ihlaline ilişkin duruma dikkat çekince Spike Lee, salondaki tüm gazetecilere şöyle sesleniyordu: “Sadece filmleri eleştirmekle yetinmeyin; bu tür gerçekleri de araştırın, yazın!”
Jüri üyesi Fransız oyuncu Mélanie Laurent, çevre ve iklim konularına ilişkin filmlere bu yıl verilen yerin de önemli bir ilk oluşturduğunu sevinçle vurgularken, Senegalli kadın yönetmen Mati Diop, cinsel eşitliği savunurken, her tür ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı da ortak tavır içinde olduklarının altını çiziyordu...
Açılış töreninde Onur Palmiyesi alan Judie FosAçılış gecesinin tartışmasız yıldızları, Spike Lee ve Judie Foster’dı. Biri sapına kadar aktivist siyahi Amerikalı yönetmen/senaryo yazarı; diğeri de toplumsal savaşımlardan kaçınmayan, tırnaklarının ucuna kadar zarif, mavi gözlü entelektüel Amerikalı star oyuncu/yönetmen...
Bu yaz, birçok yeni ilkin yaşandığı Cannes Festivali, tanımlamanın en asil anlamıyla, hep siyasi olagelmişti zaten. 1982’de Altın Palmiye’nin Yılmaz Güney ile Costa Gavras arasında paylaştırılması; Dardenne kardeşlerin 1999 ve 2005’te, Michael Moore’un 2004’te, Ken Loach’un da 2006 ve 2016’da, sinema dünyasının bu en büyük ödülünü almaları gerisinde, yaratıcı bir dille işledikleri konuların siyasi boyutu da kuşkusuz farklı jürilerin gözünden kaçmamıştı...
Spike Lee, iki ilki birlikte simgeleyen bir jürinin başkanı bu yaz. Çoğunluğu ilk kez kadın sanatçılardan oluşan jürinin ilk siyahi başkanı olması nedeniyle, basın toplantısında soruların kendisi üzerinde yoğunlaşmasını reddederek her üyenin söz almasına, sorulara herkesin ayrı ayrı yanıt vermesine özen gösteriyordu...
“Dünyamız gangsterler tarafından yönetiliyor!” diyerek Putin, Bolsonaro gibi hâlâ iktidarda olan diktatörlere karşı tavır alan Spike Lee, üzerinde 1619 yazılı kasketiyle, Amerika’da köleliğin başladığı simgesel tarihi gündeme getirerek, ırkçılığa karşı savaşın süregeldiğini de vurguluyordu.
Gürcü bir gazetecinin ülkesinde yaşanan insan hakları ihlaline ilişkin duruma dikkat çekince Spike Lee, salondaki tüm gazetecilere şöyle sesleniyordu: “Sadece filmleri eleştirmekle yetinmeyin; bu tür gerçekleri de araştırın, yazın!”
Jüri üyesi Fransız oyuncu Mélanie Laurent, çevre ve iklim konularına ilişkin filmlere bu yıl verilen yerin de önemli bir ilk oluşturduğunu sevinçle vurgularken, Senegalli kadın yönetmen Mati Diop, cinsel eşitliği savunurken, her tür ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı da ortak tavır içinde olduklarının altını çiziyordu...
Açılış töreninde Onur Palmiyesi alan Judie Foster ise farklı bir angajmanı, cinsel yönelim özgürlüğünü, son derece zarif bir göndermeyle, kusursuz Fransızcasıyla dile getiriyor: “Salonda bulunan karım Alexandra Hedison’a ayrıca çok teşekkür ederim.”
ÖTENAZİ GERÇEĞİ...
Sevgi, tutku, nefret, yaşam ve ölüm temalarını gerçek ve gerçeküstü boyutlarıyla harmanlayan Leos Carax’ın kıvılcımlı mizansen ustalığından sonra, aynı temalara ötanazi perspektifinden yaklaşan başka bir Altın Palmiye adayı Fransız yönetmen François Ozon’un duru, makyajsız klasik sinema dili, “Tout s’est bien passé (Everything Went Fine)” isimli filminde ölümü arzulamanın soğuk gerçekliğini, son derece zengin ve incelikli göndermelerle, yasal ve insani boyutları eşliğinde önümüze seriyor. En önemlisi, duygu sömürüsünden özenle uzak durarak seyircisini düşündürürken, yüreğini ve beynini de altüst etmeyi başarıyor. Üstelik, bu alabildiğine gerçekçi bakış açısı gerisinde hınzır bir mizah ve özalay sergileme cambazlığı da göstererek.
Beyin kanaması geçirdikten sonra ölmeye karar veren yarı felçli ama bilinci yerinde babayı yorumlayan André Dussolier ile babasını ötanazinin yasal olduğu İsviçre’ye götürmek zorunda kalan karakteri canlandıran Sophie Marceau’nun daha şimdiden oyuncu palmiyelerine aday olacak performanslarıyla dikkat çektiklerini de eklemek gerekiyor...ter ise farklı bir angajmanı, cinsel yönelim özgürlüğünü, son derece zarif bir göndermeyle, kusursuz Fransızcasıyla dile getiriyor: “Salonda bulunan karım Alexandra Hedison’a ayrıca çok teşekkür ederim.”