‘Gerçeklik filmlerle belirlenir'

17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğimiz ‘Rüyaların Ötesinde’ adlı filmin yönetmeni Rojda Şekersöz “Sinemada kadın erkek eşitliğini sağlamak lazım” diyor.

Emrah Kolukısa

“Havaalanındaki pasaport polisi bana ‘Nerelisin’ diye sordu. Pasaportum elinizde ya, İsveçliyim dedim. ‘Hayır ama, nerelisin aslında, Türk müsün’ diye tekrar sordu. Evet deyince güldü ve ‘Geç’ dedi. Oysa 'Hayır Kürdüm' deseydim herhalde uzun uzun uğraşırdı benimle diye anlatıyor Rojda Şekersöz üç gün önce geldiği İstanbul’daki kimlik karmaşasını. Öte yandan her yerde ona kimliğiyle, kökeniyle ilgili sorular sorulduğunu da söylüyor ve sinemadan önce bunların deşilmesini rahatsız edici bulduğunu ekliyor. Maraş’tan 1980’li yıllarda İsveç’e göç eden bir anne babanın Stockholm’de doğup büyüyen kızı Rojda Şekersöz. 13 yaşında sinemacı olmayı kafasına koyan Şekersöz ile, !f İstanbul’da Keşif bölümünde gösterilen ilk uzun metrajlı filmi “Beyond Dreams - Rüyaların Ötesinde”nin gösterimi öncesinde bir araya geldik ve büyük kısmı Türkçe, birazı da İngilizce keyifli bir söyleşi yaptık.

-Erken yaşta sinemacı olmaya karar verdiniz ve bunun okuluna da gittiniz... Birçok genç sinemacı bu aşamadan sonra bir yönetmene asistanlık yaparak mesleğe atılır. Sizde de böyle mi oldu bu?

Hayır, öyle olmadı. Ben hiç yapılması gerektiği gibi yapmadım bu işleri. Biraz da o yüzden çok genç yaşta ilk filmimi yapabildim bence. Herkes bana asistanlık yapmamı ya da daha çok kısa film çekmemi söylüyordu ama ben ne tür hikâyeler anlatmak istediğimi bildiğim için ve üstelik İsveçli olmayan genç bir kadın olduğum için, her zaman daha çok mücadele etmem, daha çok çalışmam gerektiği için, benim açımdan çok zor olmadı uzun metrajlı film çekmek. Zorluklara zaten alışıktım yani.

Evrensel bir tema

-Sizi sinemacı olmaya iten neydi peki, izlediğiniz ve sizi etkileyen filmler mi?

Çok fazla film izlemiyordum aslında, hâlâ da izlemem. Benim için daha çok hikâyeler önemliydi çok yazı yazıyordum. 13 yaşlarındayken Stockholm’den bir köye taşındık. Tek yabancı aile de bizdik orada. O zamanlar seyrettiğim iki film hep aklımda: Billy Elliot ve The Believer... Onları seyrettikten sonra kendimi daha az yalnız hissettiğimi hatırlıyorum. O zaman anladım ki, hikâye anlatmak istiyorsam ve insanlarla iletişim kurmak istiyorsam en iyi aracı film olacak, hem benden sonra da yaşayabilen hem de çok insana ulaşabilen.

-Filminiz genç bir kadının kendini var etme çabasına odaklanıyor. Kişisel yanı ağır basan bir film gibi...

Bana göre filmin teması evrensel bir tema. Daha önce de Duhok Festivali'nde gösterildi ve ben her yeni ülkede filmi izleyiciyle beraber tekrar izliyorum; şunu gördüm ki herkes kendisi için bir şey buluyor filmde. Ama tabii ki filmi kendi büyüdüğüm çevrelerde çektim. Bir de şu var: İsveç’te işçi sınıfına dair film çektiğinizde çok gri, depresif sahneler olur ama ben biraz daha umut dolu, renkli bir dünya yaratmak istedim. Şunu da yapmaya çalıştım... Başrolde oynayan oyuncu Kürt ama annesi aslında Finlandiyalı. İsveççe bilmeyenler bunu pek anlamıyor ama Finlandiyalılar İsveç’in ilk göçmenleridir. Onlar da yabancı ve eskiden onlar ırkçılığa maruz kalıyordu, şimdilerde ise benim gibiler. Onunla da oynamak istedim biraz.

-Yabancı olmak İsveç gibi bir toplumda bazı zorlukları getiriyor mu hâlâ? Çünkü filmde Mirja küçük bir hata yüzünden işinden oluyor, onun yerine İsveçli biri olsa durum farklı olur mu?

Tam filmdeki gibi bir olayda ne olur bilemem ama genel olarak yabancı olmak elbette dezavantajlar getiriyor. İsveçli olmak gibi değil. Benim için bile, İsveç’te doğup büyüdüğüm için konuşmamdan anlaşılmıyor yabancı olduğum, ama bana film çekmem için gelen tekliflerin konusu çoğunlukla töre cinayetleri üzerine oluyordu. Kürt olduğum için o hikâyeleri anlatmam gerektiğini düşünüyorlar hep. Sonunda ben de bu olayları bilmediğimi, araştırma yapmam gerektiğini ve bunun için de ayrıca para istediğimi söyledim. Çünkü hayatımın içinde olan şeyler değil bunlar. Ama bunlar da geçecektir. Filmlerimizi yaptıkça değişecektir. Benim çocukluğumda hiç benim gibi oyuncular yoktu İsveç sinemasında. Oysa filmler biraz da gerçekliğimizi belirler. Ben kendim gibi birilerini görmediğimde var olduğumu anlamıyorum, yokmuşum gibi geliyor. Toplumda yerimi bulamam böyle olursa. O yüzden bu hikâyeleri anlatmak önemli.

'Biraz da erkekler kadınlarla özdeşleşsin'

-Filmde çok az erkek var, bu bilinçli bir tercih mi?

Hayır değil, öyle oldu sadece, bilinçli bir tercih yok. Ama her yerde dikkat çekiyor bu durum ve ben de bunu üzücü buluyorum. Demek ki insanlar bu kadar çok kadın görmeye filmlerde alışık değil. Bir festivalde bana ‘Filminizde niye aşk yok’ diye sordular ama bence çok fazla aşk var. Arkadaşlık da bir çeşit aşktır bence.

-Sinemanızı genel olarak kadın hikâyeleri üzerine mi kuracaksınız bundan sonra da?

Hayır, ama biz kadınlar yıllarca erkek hikâyeleriyle büyüdük ve biraz bunu dengelememiz lazım. O kadar da korkutucu bir şey değil bu, yani biz erkek filmleriyle büyüdük ama bir şey olmadı, erkekler de kadın filmleriyle büyüyebilirler. Biz onlarla özdeşleşebiliyorsak, onlar da kadınlarla özdeşlessinler, çok dramatik bir şey değil bu (gülüyor).

Chaplin ve Yılmaz Güney

-Türk sinemasına dair bir fikriniz var mı?

Çok yok. Yılmaz Güney’i  biliyorum en çok. Onu karakter olarak, sinemacı olarak çok ilginç buluyorum. Okul yıllarımda Chaplin ve Yılmaz Güney üzerine çalışmalarım oldu, o zaman birçok eski
filmini izledim onun. Ama yeni sinemacıları bilmiyorum doğrusu.