Gençlik, mültecilikle kahramanlık arasına sıkıştı
Üniversiteli genç kız cebindeki son bir lirasıyla canına kıyıyor. Gençlik istikbal endişesinde; korumasız, umutsuz, çaresiz... Her gün savaşa mı giriyoruz diye yüreğimiz ağzımızda... Mutfakta kriz, ödenmemiş faturalar, tavan yapan işsizlik, pazarda boş fileler, çöken ekonomi; yarınlardan korkuyoruz... Devlet ricaliyle dualı MİT merkezi açılışı, fıkıh yasaları, İslam devleti, yeni bayrak, mehdi özlemi; ivmelenen şeriat hazırlığından kaygılanıyoruz... Yine kadın cinayetleri, çocuk tacizleri derken masum bir köpeği ağaca asarak katleden gözü dönmüşlerle sarsılıyoruz. Psikolojisi neredeyse dibe vurmuş toplumu değerlendiren psikiyatrist Cemal Dindar’a göre: “Yaşayan ve kendini bir şekilde var etmek isteyen her gence kahramanlaşma dışında bir alternatif kalmadı gibi.”
İpek ÖzbeyFotoğraflar: Kurtuluş Arı
• Teşhis koymanızı istesem, Türkiye’nin ruh halini nasıl tanımlarsınız?
Ölüm içgüdüsünün, ölüm duygusu fikrine yapışık deneyimlerin baskın olduğu örnekler yaşamımızı işgal ediyor. Zaman zaman intihar şeklinde kendini gösteriyor, zaman zaman bir savaş olasılığı olarak. Sosyal medya ya da siyaset mecrasında karşıt gruplara yönelen söylemdeki sembolik katliam dilini de buna yazabiliriz. İşte tüm dünyada “3. Dünya Savaşı mı çıkıyor” ya da acaba büyük bir iklim felaketi kapıda ve tarihin sonu dedikleri, dünyanın sonu muydu? Yani epey yoğun karamsar çözümlemeler, sezgi bildirmeler var. Zaman zaman da temenni olarak kendini gösteriyor, “insanlık bitse de şu dünya rahatlasa” gibi cümleler kuran kişilere de rastlıyoruz. Dolayısıyla sanki yaratıcılığı çok büyük bir şekilde ketlenmiş bir türün ölüm içgüdüsüne yapışmış hali var. Yaşadığımız dönemde insan türü bir çıkışsızlık içinde. Sanırım 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcında da böyle bir kriz yaşandığını söylesek yanılmış olmayız. İnsanın hep birlikte bir kurtuluş yaşayabileceğine dair dinsel bir anlatı, devrim anlatısı ya da “serbest piyasacılık yaparsak hep birlikte kurtulacağız” anlatısı gibi anlatılar günümüzde pek mümkün değil. Dinsel kurtuluş anlatıları dünyanın büyük bir bölümü için neredeyse terör ve yıkımla özdeşleşmiş durumda. Devrim düşleri epey bir geriye çekildi. Kapitalizmin çözüm üretemediği gibi ciddi bir sorun haline geldiği ortada. Bu arada derinlikli, fikri bütünlükle politika yapan liderler örneği de çok geriye çekilmiş durumda. Jestlerle, tehditlerle, büyük çoğunluğun örnek alabileceği değil de, neredeyse kitleleri örnek alarak liderlik yapan sağ popülist lider tipi ortaya çıktı. Dolayısıyla ortada büyük bir kültürel, kültürel olduğu kadar da iktisadi çıkışsızlık var. Bu çıkışsızlığın içinde büyük bir arayış ve tıkanma var.
• Ne zamandır böyle?
2000’li yıllarla birlikte çok daha belirginleşti. O yıllara kadar postmodern anlatılar, küreselleşmeci iddialar, neo-liberal politikalar, kimlik siyaseti ayaktaydı. Fakat bu anlatılar ve iddialar, özellikle Afganistan’dan başlayıp, Suriye’ye kadar gelen mülteci meselesiyle büyük bir nüfus hareketliliği ortaya çıkınca çöktü. Çünkü anlaşıldı ki bu sadece paranın özgürlüğüyle ilgili bir şey.
• İnsanın özgürlüğüyle değil...
Evet. Liberal anlayışın çöktüğü yıllar oldu. Öte yandan savaş ciddi olarak içeriyi yönetme, dışarıya yönelik de kendi elini güçlendirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bunun özellikle Batı kültürü için bir bedeli oldu. Bush’lar, Blair’ler başta olmak üzere Batı, özgürlük, demokrasi gibi iyi değerlerini dünyanın büyük çoğunluğuna yalan söylemek için kötüye kullandı. Girdiği yere demokrasi götüreceği sözü verirken, çok kısa zamanda Batılı olmayan halkların payına mültecilik, kan ve gözyaşı düştü.
• Türkiye’de egemen duygunun adını koyar mısınız?
2013’ten beri -Gezi bunun için bir milattı- aslında bir Habil ile Kabil hikâyesi var. Yani toplum, “benden” ve “benden olmayan” şeklinde bölündü. Kendi kitlesini konsolide etmek, Gezi dönemi ve izleyen süreçte AKP’nin liderinin bulduğu çözümdür. Fakat diğer yüzde 50 de bloklaştı ve Habil ile Kabil oyununu oynamaya başladı. Bu, bizim toplumsal dinamiğimizde hâlâ aşılamadı. Ne Yenikapı ruhu söylemiyle ne İstanbul belediye başkanlığı seçim sonucuyla aşılabildi. Özellikle iptal edilen haziran seçimleriyle birlikte “oğul kurbanı” dönemine girdik. Şehitlik yüceltmesi yapıldı. Kefen giyip mitinglere katılanları gördük. Neredeyse ölümüyle kahramanlaşmış vatan evladı, yaşayan somut uğraşıları içinde olan çocuklardan daha değerli hale geldi. Yaşayan ve kendini bir şekilde var etmek isteyen her gence kahramanlaşma dışında bir alternatif kalmadı gibi. Genç nüfus, “mülteci mi olacağım, kahraman mı”, mültecilik ve kahramanlık rolleri arasına sıkıştı.
• Yani ya yurtdışına çıkacak ya da kalıp kahramanlığa oynayacak, öyle mi?
Evet, öyle. 2005’lerde AB’ye giriyoruz. Herkes çok memnun. 12 Eylül’ün düşü diyebileceğimiz, herkesin beklediği güçlü lider de geldi. Hep birlikte AB’ye gireceğiz, cennet gibi. Sonra kadın bedeni ve gündelik yaşamın talazlanması üzerinden siyaset yapılmaya başlandı. “Üç çocuk yapılacak”, “kadın kalabalıkta gülmemeli”, “şöyle giyinmeli” gibi söylemler başladığı zaman sanki o cennetten kovulduk. Anladık ki, toplum söz konusu ideolojik anlatının şemsiyesi altında çok da birlikte yaşamaya hazır değilmiş, fay hatları varmış. Bu cennetten kovulma işi, Gezi’yle birlikte Habil/Kabil hikâyesine dönüştü. Sonra da lider için oğul kurbanına hazır mısın, değil misin? Eğer bu adanmışlıkla yaklaşıyorsan bendensin, yoksa hainsin anlatısı ortaya çıktı. Yani dinsel ideolojiyle bu hikâyeyi yönlendiren kadrolar aslında kutsal zamandaki anlatıyı bizim hakikatimiz haline dönüştürdüler. “Biat ve Öfke” kitabımda da yazmaya çalıştım. Öngörüm şu: Yeni sağın lideri ve kadrolarının aslında o zaman demokratlık oynadıkları, gerçekte ideolojik anganjmanlarının ve dünyayı yaşama biçimlerinin Türkiye gibi hem kültürel hem iktisadi olarak çok katmanlı bir toplumu kuşatamayacağıydı. O çatışma kaçınılmazdı, 2013’te ortaya çıktı. Türkiye dindar ve kindar nesil anlatısına sığmazdı.
• Mülteci ile kahraman olmak arasına sıkışma durumuna takıldım. Sadece gençlik için mi ifade ettiniz?
Maalesef Türk toplumu ergen bir toplum. Özellikle erkekler için bunu söyleyebiliriz. Kadınların da ergen kahraman oğul beklentileri yoğun olduğu için bu hikâyeye oradan eklemleniyorlar. Genç nüfusun şöyle bir çıkmazı var: Kendileri için hayatı kurmakla yükümlüler. Mülteci ve kahraman olmak o hayatı nasıl kuracaklarına bir cevap. Mesela önceleri eğitiminizle kendi toplumunuzda sınıf atlayabilirdiniz. Bu şimdi çöktü. Eğitim çok uzadı. Çehov’un öldüğü 40 yaşında hâlâ yüksek lisansla, doktorayla hayata hazırlanan insanlar var. Eğitim kişiyi yetiştiren, hayata hazırlayan bir oluş sürecinden çok kâr kalemine dönüştü. Ne kadar uzatılırsa o kadar kâr ediliyor. Bizim gibi ülkelerde hem küresel hem de yerli ve milli hikâyeler, yereldeki siyasi, kör çatışmalar yüzünden gençlerin gözünde çöküyor.
• Üniversiteli Sibel Ünli’nin Twitter’la hayata vedası büyük yankı uyandırdı... Yazdıkları çok tartışıldı. İntiharını nasıl değerlendirmeli?
Takip edebildiğim kadarıyla çok arayışı olan biri Sibel. Belli gruplar içinde sözünü söylemeye çalışmış, kendi sözünü, anlamını aramış biri. Fakat bunu yaparken de toplumun hiçbir tarafından arzu ettiği desteği alamamış. Bazen ne kadar istesek de birine o desteği sunamayabiliriz. O grupları da zan altında bırakmamak için söylüyorum. Eninde sonunda öç alma ediminde temel çekirdek öfke ve saldırganlık. Bir grup içinde bu öç alma ötekilere yönelmiyorsa pekâlâ kendi iç dünyasında gerileyerek öç almayı kendini yok ederek de yapabilir. Sıklıkla bunun üzerinde düşünülmez ama her intihar biraz da çevreden öç almak içindir yazık ki... Çevre de bunun farkındadır. Sıklıkla yakın çevre biri intihar ettikten sonra hızla günah keçisi bulmak ister. En nihayetinde özellikle genç intiharlarda daha belirgindir, “Ben kendi yaşamımı size emanet edemeyecek kadar değerli buluyorum” demek ister.
• Kulağa paradoksal geliyor...
Evet, öyle gelebilir ama her intihar girişimi yaşama arzusuyla olur aslında. O yaşama arzusu çok yoğun olduğu ve mevcut toplumsal koşullarda gerçekleştiremediği için de insanlar bu dünyadan kendilerini alıp gidiyorlar. Özellikle de eşitsizlikler çok açık ve başkalarının emeksizce edindikleri yanında 1 liraya muhtaç olunan bir aşağılamaya maruz kalınıyorsa... Burada önemli olan toplumda büyük bir çatışma olduğunu görmek. Hatta giderek toplum olma vasfını kaybettiğimizi anlamak. Toplumsal bağlar bir sözleşmedir.
• Bunu değerler mi oluşturur?
Değerler, ülkü birliği, aynı topraklarda yaşıyor olmanın gönenci, ortak bayramları kutlamak, sevinçleri yaşamak ve herkes için bir anlam yaratan geçmiş anlatısına sahip olmak oluşturur mesela. Bu toplum 81 milyonsa, o 81 milyonu birbirine bağlayan duygu birliği giderek azalıyor. Mevcut yönetici kadroya, toplumsal sözleşmeye, emeğin değerini bulacağına dair toplumun büyük bölümünde güvensizlik var. Yasal alanda oluşmuş olan kazanımların büyük bir bölümü lider ya da bir grubun keyfiliğine göre yok sayılabiliyor... Oysa tamamen yasal alandasınız. Çatışmalı alanlarımız arttı. Bir “eski Türkiye”, “yeni Türkiye” meselesi var mesela. Bu kendini siyasi açıklamalarda, Twitter’da, hakaret dilinde gösteriyor. Her iki taraf da birbirinin değerlerini aşağılıyor. Dinsel değerlerin, kabullerin eski Türkiye’de şöyle ya da böyle toplumsal sözleşmedeki yerine dair bir kabul vardı. Şimdi bu mutabakat ne kadar geçerli? Tüm sürece baktığımızda bir parti anlayışının politize etmediği alan kalmamış durumda...
• Örneğin…
Eğitim, sağlık, barınma, inşaat sektörü politize olmuş durumda. Mesela altın aramaları, Kanal İstanbul sadece insanla ilgili değil, coğrafyanın nasıl tanzim edileceğine dair aynı zamanda. Bunlar bir ülkenin ihtiyaçlarına göre konuşulması gereken konularken ideolojik tartışmaya dönüşüyor.
BİZİ O KADAR KOLAY ZAPT EDEMEZSİN• Cumhurbaşkanı gençler evlenmiyor, diye eleştirdi, 30 yaşına kadar evlenmeyenlerin “evde kaldığından” söz etti. Ardından diyanet fetva verdi; çocuk sayısını dörde çıkardı. Yurttaş bu açıklamalardan nasıl etkileniyor? Postmodern anlatıların yeni yaşam zenginliğine dönüşeceğini sanıyorduk, pre-modern hayaletlerin dirildiğini görüyoruz şimdi. Giderek Türkiye büyük bir aileye benziyor. Baba bizden bir şey istiyor, biz de onu yapacak mıyız, yapmayacak mıyız karar vereceğiz. Oysa çağdaş toplumda insan kaç çocuk yapacağına, kaç yaşında evleneceğine, evlenip evlenmeyeceğine zaten kendi karar verir. Bu kişinin kendi tasarrufundadır. Buradaki söylemde belki Arap kültüründen de İslamcı çevreye intikal etmiş ama Türk kültüründe de var olan “çocuk senin değildir, çocuk kabilenindir” zihniyeti hâkim. Öyle çocuklar isteniyor. Bu regresyonda olan da kadına oluyor. Bir birey olarak kendi hayatını kurabilecek, bir kişi olarak arzulayan, kendi bedeni, ruhsallığı, toplumsallığı olan bir varlık olarak kabulünün inkârı var. Bu anlatıda kadın erkek için vardır. Evlenecek, çocuk yapacak, anne olacak. Anneyse değerlidir zaten. Kadının bir an evvel başının bağlanması gerekir. Bu modernite öncesi bir anlayış. Kadınlar bunu ne kadar kabul edecek, en önemli işaretini AKP içinde maddi olarak güçlenmiş kadınların tutumlarından anlıyoruz. |
• Ne yapıyorlar?
Video koyuyorlar, neşeyi ne kadar sevdiklerini anlatıyorlar. Onlar sadece seküler tarafa mesaj vermiyorlar. İçeriye de “Bizi o kadar kolay zapt edemezsin. Bizim de yaşama sevincimiz var” diyorlar.
• Babayı kendi ailesi de mi dinlemiyor artık, onu mu söylüyorsunuz?
Tayyip Bey’in siyasetteki mucizelerinden biri nedir biliyor musunuz? İslami siyasetin yükselişi kadınların politize olmasıyla gerçekleşti. Galiba gerilemesi de kadınların tırnak içinde kapatılmaya itirazıyla olacak.
• Sibel Ünli için “Sözünü arayan biriydi” dediniz. Bugün Türkiye’de gençlerin kendini gerçekleştirmesi için ortam sıkıntılı mı? Bence çok büyük bir sıkıntı bu ve ülkenin acilen çözüm bulması gerekiyor. Sadece yeni sağın dindar nesil söylemiyle çözülebilecek bir şey değil. Gençler eşit hissetmiyorlar. Dönemin ÖSYM Başkanı’nın ifadesine bakın, kaç sınav soruları çalınmış. Gençler, en güzel okulları da okusalar, belli bir siyasi aidiyete, ideolojik kabullere boyun eğmezlerse, onlara inanıyormuş gibi yapmazlarsa merkez onları çağırmayacak, bu ülkede kendilerine ifade edemeyecekler; bunu görüyorlar. Gerçek anlamda bir üniversite var mı artık, bu konuda da emin değiller. Bizim dönemimizdeki en iyi üniversiteler bile lise anlayışına sahipler. Çocukların bilgiyle kurdukları ilişkiyi destekleyen “sizler bu ülkenin üniversitelerinde okuyarak evrensel kültürün bir parçası olursunuz” inancı örselenmiş durumda. 12 Eylül günlerinde bile böyle değildi. |
• Tüm olumsuzluklar bizi kaderci olmaya mı zorluyor?
Bu tür durumlarda iki şey artar: Biri mistisizm. Bunlar kaderciliğin yeni anlatımlarıdır neredeyse. Pozitif düşün, pozitif olsun gibi anlatılar Batı’da çoktu. Ne gariptir ki, İslami değerlerin neredeyse egemen ideolojik anlatıya dönüştürülmeye çalışıldığı ülkemizde de arttı.
• Diğeri?
Pornografi. Sadece cinsel değil, şiddet pornografisinden de bahsediyorum. Baktığımızda bunun toplumun bir parçası olduğunu görüyoruz. Daha önce rastladığımız olaylara maruz kalıyoruz. Birine yardım etmek yerine, görüntüsünü çekip yayımlamak gibi tutumlar bir tarfata. Yaşamın bütünlüğünü değil de, içindeki bir parçayı alıp, o parçayı öne çıkarmak eğilimi var. Ya da bunun en iyi örneklerinden biri söylediklerinizin bütünlüğüne hiç selam verilmemesi ve içinden bir ifadenin alınıp suç kertesine yükseltilmesi…
• Sonucu ne olur?
Bireyin bütünlüklü bir yaşam kurmasını engeller. Her türlü pornografik deneyim eninde sonunda tekil bir alandır. Sizi izleyici konumuna sokar. Başkalarıyla ortak bir kader birliğinde, yeni bir söz kurma, eylem geliştirme, daha iyi bir Türkiye nasıl oluru sorma konularında zihinleri, gönülleri yoksullaştırır. Yaşamın somut koşullarıyla ilgilenmek yerine çocuksu fantezileri öne almaya yol açar. Gerçekçi bireyler yerine mucize olacak ertesi sabaha milyoner uyanacağını sanan insanlar görürüz. İlkelere, liderlere, anlatılara hipnoz şeklinde bağlanma çok artıyor.
• Nihayetinde bir yandan da otorite yükseliyor.
Otoritenin münbit toprakları bunlar. Freud kitle psikolojisi ve ben çözümlemesinde “benini ben ideali yerine koyduğu lidere emanet etme”yi yapay bir kitle ve bir güçlü lider yaratmanın temel düzeneği gibi görür. Türkiye’de güçlü bir parti anlatısı da var. Lider güçlü... Parti de içinde olursanız sizi sınırsız doyuracak anne gibi davrandığı zaman bu ikisi hayat için yetermiş gibi yanılsamalı bir alan oluşuyor.
DEVLET ANA GİBİ• Biraz da korku kültüründen söz edelim istiyorum. Teslim olmuş vaziyette miyiz? Keyfilik o kadar ön plana çıktı ki, neye göre ödüllendirileceğiz, neye göre cezalandırılacağız; muğlak. Bu keyfilikle ne kadar ayakta kalacağız, büyük bir kesim için sıkıntılı bir çelişkili. Kemal Tahir’in Devlet Ana’da söylediği gibi, devlet artık yazılı yasası olan bir baba gibi değil de, ne zaman cezalandıracağı, ne zaman meme vereceği belli olmayan bir anne gibi... • Böyle bir durumda insan görünmez olmayı mı tercih eder? Bir kısım evet, ama bir kısım da “beni seç” dercesine kendini öne atar. Bir şeyin altını çizmek isterim. İnsanlar boyun eğdikçe öfkelenirler. O öfke bir yere gitmez. Büyük bir bölüme, “benden değilsin” diyerek boyun eğdirdiğiniz zaman ister istemez bir öfke birikiyor. Toplum tekinsiz bir ruh hali içine giriyor. Sözün alanı daraldı. Sisteme yönelemediğinde bir alttakine yöneliyor öfke. Mesela mültecilere, mahalledeki yoksula, kadına, çocuğa yöneliyor. Öfke bir süre sonra sadece nesne arar. İşçi işyerinde patronuna öfkelenir, gelir evde eşini, çocuğunu döver. Öfke içeride duramaz. Duruyorsa da kendisine yönelir. |
• Nasıl aşılır?
Bin yıllık devlet geleneği olan, bir imparatorluk deneyimi olan bir halktan söz ediyoruz. Ayrıca üzerinde yaşadığımız topraklar da birçok gerilime dair bellek yaratmış topraklar... Şu beklenti, belki umut ister istemez bu tarih görgüsüyle umuluyor: Bir devlet aklı vardır. Uygarlık anlatısının tamamen karşısına yerleşen, hayattan değil de sürekli ölümden bahsedenleri aşacak birikim vardır. Fakat bana öyle geliyor ki, toplumun işi çok zor. Tarihe meraklı biri olarak söyleyebilirim ki, yaratıcılığın bu kadar örselenmiş olduğu bugün ile geleceği birleştiren umut ilkesinin bu kadar örselendiği bir dönem çok azdır. Düşünme, bilgiyi sevme sorunlu alanlar haline gelmiş durumda. Üniversitede bir iki dönem ders vermiş biri olarak fikrim şu; bilgi ile emek üzerinden bağ kuran kuşaklar geçmişte kalmış gibi. Yine de şunu söyleyebiliriz: Eninde sonunda bir birikimi olan bir halktan söz ediyoruz. Hâlâ Karacaoğlan türküleri söyleniyor, Yunus Emre dizeleri okunuyor, bir uygarlık geçmişimiz var, bozkır-göçebe kültüründen gelen inceliklerimiz var. Bunların gerilimleri devam ediyor, bu gerilimin çok yaratıcı olduğunu düşünüyorum. Bu coğrafyada her zaman bir çıkış noktası da olmuş. Bir taraf, diğer tarafı boğmak gibi bir niyete kapılmadığı sürece mutlaka kültürel sıçrama olacaktır diye umuyorum.
ANLAMA DEĞİL YOK ETME!
“Dilimiz artık birbirini değersizleştirme, ötekini anlama değil de yengi kazanma, yok etme üzerine. Sadakatin liyakati ezdiği bir dönem olduğunu seziyorlar. Gençler bu kısırdöngüde bir gelecek anlatısı yakalayamıyor.”
BUGÜNÜ YARINA BAĞLAYAMIYORLAR
“En büyük depresif çekirdek şu: Hepimiz bir kapasiteyle doğuyoruz. 30 yaşına geldiği zaman insanlar bu hayali kapasitelerini gerçekleştirmenin bu coğrafyada, bu kör dövüşünde çok da mümkün olmadığını görüyorlar. Kendilerine bunu gerçekleştirecek yer arıyorlar. Bunun da Batı’da bir yer olduğunu düşünüyorlar. Hayali kapasite incindiğinde umutsuzluk, çıkışsızlık, çaresizlik, depresif yakınmalar başlıyor. O umutsuzlukta bugünü yarına bağlayamama var. Çünkü insanı en çok ayakta tutan şeylerden biri iç dünyada ve dış dünyada sürekliliği hissetmektir.”
NEDEN CEMAL DİNDAR?
Dr. Cemal Dindar Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki eğitiminin ardından uzmanlığını Bakırköy Akıl Hastanesi’nde tamamladı. Türkiye’nin birçok yerinde görev yaptı. Biat ve Öfke/Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi, Öfke Dili/Yeni Sağ Zihniyetin Yapıtaşları ve Yeni Türkiye Sendromu adlı kitaplarıyla ülkeyi saran öfke dilini masaya yatırdı. Bize de sormak kaldı.