Gelenek olarak sevdiğini öldürmek!
Aile Geleneği bizim gibi toplumlarda kutsanan annelik müessesini, anne/çocuk evreni hakkındaki o tabusal alanı derin bir psikanaliz seansına sokmakta.
Aylin Aydın21’inci
yüzyılın ikinci on yılını bitirmek üzereyiz ve içinde yaşadığımız dünyayı
kavramak artık temel fizik kurallarının ötesini gerektiriyor; kuantum
deneyleri, nesnelerin interneti, tweet diplomasisi ve klonlamayı konuşmak
zorundayız.
Ece Gamze
Atıcı’nın son romanı Aile Geleneği hayatı kavramayı kolaylaştıran yapı
taşlarını, ikili zıtlıkları yok eden bir metin olarak karşımıza çıkıyor.
Metnin kendi
iç metafiziğinde: Varoluş / yokoluş, suç / suçlu, iyi / kötü, mutlu / mutsuz
gibi ikilikler birbirine bağlı yapılar olmaktan çıkarılmakla kalmıyor yerlerine
maktul anne / katil çocuk, iyi aile / daha iyi aile türünden yeni ama
“parodileştirilmiş” ikili zıtlıklar belirmeye başlıyor.
Atıcı romanını temellendirdiği bu yapıbozumcu metafizik dünyada, anlatıyı iki ana parçaya bölmüş, iki otantik anlatıcı yaratmıştır: Ölmüş (yokolan) maktul / anne ve yaşayan (varolan) katil / çocuk.
GELENEK /
GELECEK
Atıcı’nın
romanında metafizik; kurgudan atmosfere hatta dile kadar birçok unsurda kendini
gösteren bir yapıbozum malzemesidir.
Yazar Derrida’nın
vurguladığı ikili zıtlıkların imhası ve iptali sorununu iki teknik unsurla
gerçekleştirir: 1- varolan temel ikili zıtlıklar arasındaki hiyerarşiyi bozmak
2- yeni absürd ikili yapılar kurarak, bu zihinsel yapıyı parodileştirmek.
Tolstoy Anna
Karanina’yı şöyle açar: “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin
ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Böyle
bakıldığında gerçekçi Tolstoy aslında bir ikiliğe işaret ederken onlar
arasındaki hiyerarşinin de altını oymaya başlamamış mıdır?
Zira bu
cümle biraz da şunu düşündürmez mi: Mutlu olmak bizi sıkıcı, sıradan biri mi
yapacak? Ya da şöyle bir inanış: mutsuzluk ve çekilen acılar bireye karakter
kazandırır.
Edebiyat
tarihinde çokça izleyeceğimiz bu “mutlu ama sıkıcı” hayat manzarasının renklerini
çok zekice biraz da Tolstoy boyamıştır. Atıcı’da da mutlu aile/mutsuz aile
ikiliği ve sorunsalı, iyi aile /daha iyi aile ikiliğine zekice ve bol oyunlu
biçimde evrilir.
İstanbul’da
yaşayan Hikmet ve Sümer aileleri, yaşayışları, “aile gelenekleri” ile ilk bakışta
birbirinin zıddı, ötekisi gibi konumlanırlar. O çok bilindik zengin, eğitimli,
iyi aileler ve dar gelirli, görece az eğitimli, sorunlu aileler zıt evreni...
Ancak tam
bir alttakiler/ üsttekiler ikiliği de değildir bu zira dünya Tolstoy’un mutlu/mutsuz
ailelerinin yer aldığı dünyadan çok daha karmaşık ve kaotiktir.
Buradaki farklılıklar tam bir zıtlık değil daha çok bir derece meselesidir artık. Mutlu olmak Hikmetler için bir “hedef” değil doğuştan edinilmiş bir özelliktir, Sümerler içinse mutluluk “bağlamdışıdır”, konuları o değildir!
ÇİFTE
CİNAYET
Bu iki
bağımsız dünya ve varoluşun yolu çok tuhaf, postmodern “tekinsizlik” kavramını
selamlayan bir çifte cinayet olgusuyla kesişir:
Kimin kimi,
nasıl ve nerede öldürdüğü belirsizdir, olaylar adeta buzlu bir cam ardından,
bir ölünün dumanlı kafasından aktarılmaktadır. Artık Hikmetler ve Sümerler iç
içe geçmeye başlamıştır; ikili zıtlığın çözülüp birbirine dönüştüğü o büyülü âna
tanıklık ederiz.
Paradigma
yavaş yavaş dönüşmeye başlar; refah ve bolluk manevi dünyadaki yoksulluğa
evrilir; yakışıklı heteroseksüel bireyler birer çift yönelimli kuir’e,
kazanan kaybedene, maktul katile, çocuk anneye dönüşmüştür.
Gelecek
geleneği ele geçirir, bağlamsızlık “başıbozukluk” yeni normaldir; her iki
ailenin oyun kurucusu “anne” figürleri ortadan kalkmış, dünya eski bilindik
dünya olmaktan çıkmıştır.
Bu noktada
edebiyatta, felsefede ve psikolojide göstergesel değeri yüksek, sembolik
ölümlerden bazılarını hatırlatmakta fayda var.
Nietzsche’ye göre Tanrı öldü… Onu öldüren biziz ve artık insan hiç
olmadığı kadar yalnızdır.
İkinci sembolik
ölüm; Dostoyevski’de baba katli olarak karşımıza çıkan ve çocuğun önce babasına
ve onun “yasasına” başkaldırması ve babanın bir çeşit sembolik ölümüyle
bireyleşmesi olgusudur. Bu sembolik ölüm, epistemolojik kopuş silsilesine
önemli bir üçüncüyü eklemek Atıcı’nın metni için yol gösterici olacaktır.
Lacan’a göre
ise çocuk için temel kopuş ve bireyleşme süreci kendisiyle büyük özdeşleşme
yaşadığı anne’den ayrılma ile başlar. Anne-çocuk ikiliği ve ilişkisi ve
sağlıklı bir kopuş, bireyin oluşumunun temelidir.
Denilebilir
ki Atıcı’nın metninde temel ikili zıtlıklardan biri anne/çocuk ikili yapısıdır.
Ölü anne / Gelenek, Yaşayan çocuk / Gelecek ile durmadan çatışmakta, bu çatışma
taraflardan birinin fiziksel dünyayı terk etmesiyle hız kesmeyerek, metafizik bir
düzlemde devam etmektedir.
Bu yönüyle
“Aile Geleneği” özellikle bizim gibi toplumlarda kutsanan annelik müessesini,
anne/çocuk evreni hakkında hiçbir reel yoruma ve bakış açısına izin vermeyen o
tabusal alanı derin bir psikanaliz seansına sokmakta. Denilebir ki Türk
edebiyatında bu “kutsal alana” böyle cesurca, gerçeğin aynalarından bakabilen
ve şiirselliğini de kaybetmeyen pek az metin vardır.
Aile Geleneği / Ece Gamze Atıcı / Doğan Kitap / 336 s.