Füsun Akatlı’ya mektup!

On yıl önce yitirdiğimiz, Deneme ve eleştiri yazınımızın önemli isimlerinden Füsun Akatlı’yı yakın arkadaşı Pınar Kür’ün ona seslendiği mektubuyla anıyoruz.

Pınar Kür

FÜSUN NE DİYECEK?

Sevgili Füsun,

Küba yolculuğumuz ne kadar güzeldi! Bizi Türk Elçiliğine götüren otobüs yanlışlıkla Fidel Castro’nun sarayının bahçesine girdiğinde önümüzü kesen muhafızlar ne tüfek ne tabanca çekmişler, “yüz metre gidin, sola dönün” diyerek yol göstermişlerdi. Özgür bir ülkede olduğumuzu hissetmiştik. Ne keyifli günlerdi…

Ocak ayı, yıl 2010. Sağlıklıydın.

Sonra değildin.

Seni kaybettiğimiz gün canımın nasıl yandığını benden başkası bilemez. Çok değerli, çok sevgili bir dostumu yitirmiştim. Kimi kez tartışsak da çoğu kez uzun uzun dertleşirdik. Paylaşacağımız çok şey vardı. Ayrı ülkelerde büyüdüğümüz için geç sayılabilecek bir yaşta tanışmıştık. Gene de 12 Mart döneminde, Ankara’da geçirdiğim iki buçuk yıl zarfında, aynı çevrelerde dolaştığımız halde neden hiç karşılaşmadık, bilmiyorum. Neyse, geç de olsa. Temelli bir dostluk kurabilmiştik.

“DUR BAKALIM FÜSUN NE DİYECEK?”

İlk üç romanımdan sonra ne zaman bir romanın ya da öykünün sonuna yaklaşsam, “Dur bakalım, Füsun ne diyecek?” derdim kendi kendime. Çünkü ilk iki romanıma yazdığın “orta halli” eleştiriler bana bir şeyler öğretmişti. Ve ne yazık ki başka hiçbir anlı şanlı eleştirmen bana hiçbir şey öğretmedi.

Gittiğinde en çok buna üzülmüştüm: Füsun’un ne diyeceğini nerden bileceğim?

Pirandello’nun bir oyununda mealen (mealen çünkü tezi yazalı 51 yıl oldu) şöyle bir laf vardır: Biri öldüğünde, o sizin hayatınızdan çıkmaz; geride kalanı asıl üzen ölenin gözünde kendisini kaybetmiş olmaktır. Aynen öyle, sen beni artık okumuyorsun, düşüncelerini benimle paylaşmıyorsun.

SEN ARAMIZDAN AYRILALI

Sen aramızdan ayrılalı geçen on yıl içinde neler oldu neler. Hiçbirimizin aklına gelmeyen, hafsalasına sığmayan bir dikta rejiminin içine sıkıştık kaldık. En güçlü, en zorba, en astığı astık kestiği kestik padişahların bile yaşatmadığı zulümlere maruz kaldık. Eskiden de baskı vardı, biliyorsun; ama hiç değilse çıkarıldığımız mahkemelerde (hattâ sıkıyönetim mahkemelerinde) aklanır, işimize devam ederdik. Geçti o günler. Şimdilerde başkasının yazdığı bir twiti beğendi diye seksen yaşındaki dedeyi sorgusuz sualsiz içeri tıkıyorlar. Güler misin, ağlar mısın? Osman Kavala diye son derece nazik, son derece akıllı ve sakin, son derece uygar ve kültürlü bir adam vardı, hani. Onun günün birinde hapislerde sürüneceğini söyleselerdi inanabilir miydik? Üç yıldan fazla bir süredir içerde. Hem de bir sürü uydurma suçlamalardan beraat ettiği halde, hem de AHİM’in verdiği tahliye kararına rağmen… Yazar, çizer, gazeteci arkadaşlarımızın (yaşıtlarımızın) kaç tanesinin tutuklu olduğunu söylemek bile istemiyorum. Dünya genelinde, hapisteki gazeteci sayısında başı çekiyoruz.

Peki. Dışardakiler iyi mi bari? Hani film festivalleri, müzik festivalleri, tiyatro festivalleri olurdu. Güzel filmler, konserler, oyunlar izler sonra gidip bir yerde iki kadeh içer, tartışırdık. Geçti o günler. Türk parasının anormal değer kaybı sonrası konserler ateş pahası oldu, ben de düşüp belimi kırdığımdan Açık Hava Tiyatrosunun taşlarında uzun süre oturamıyorum. İki tek attığımız yerler de tatsızlaştı. Ne Papirüs var artık ne Şadırvan ne Ziya ne de Çiçek Bar. Yani belki vardırlar da bizim zamanımızdaki gibi olduklarını sanmıyorum.

NİCEDİR SENİNLE DERTLEŞEMEDİĞİMDEN

Nicedir seninle dertleşemediğimden, aklıma gelen her şeyi söylüyorum işte.

Daha en kötüsüne gelmedi sıra. Hapisteki gazeteci sayısında başı çekiyoruz dedim ya, birinci değil de ABD’den sonra ikinci geldiğimiz bir başka konu var. Gerçi nüfusumuz onlarınkinin üçte birinden az olduğuna göre, istatistik hesabıyla birinci olmamız da mümkün. Dünya çok uzun süredir görülmemiş bir salgınla boğuşuyor son beş aydır. Evlerde tecrit altındayız ve daha ne kadar süre böyle kalacağız bilemiyoruz. Dünya hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak, diyenler var. Olmaz elbette, ama yenisi daha mı iyi olacak?

Önce Avustralya’da (oranın yaz aylarında) aylarca söndürülemeyen orman yangınları baş gösterdi. Çevreyi koruma seferberliğine tamamen duyarsız olan (ABD ve Türkiye’deki kadar) küçük kıta, kömür ocaklarını inatla işletmeye (Türkiye gibi) devam ettiğinden yer üstündeki yangınlar yer altındaki kömürlerle beslendiğinden ilerledikçe ilerledi… O sırada, ‘galiba kıyamet koptu da insanların haberi yok,’ demiştim. Çok geçmeden kıyametin büyüklüğünden herkesin haberi oldu gerçi.

Bana sorarsan (soramıyorsun çünkü yoksun) DOĞA bağırsaklarını temizlemeye girişti. Doğaya en çok zarar veren, hatta onunla savaşmak suretiyle ayakta kalmayı başaran canlı hangisi? Doğal kaynakları acımasızca tüketen, kendisi dışındaki canlıları katletmekte en ufak bir sakınca görmeyen canlı kim? Havayı kirleten, ozon tabakasını delen canlı kim?

O canlıyı bünyesinden mümkün olduğunca temizlemeye çalışıyor DOĞA. Ne kadar başarılı olacağı önümüzdeki aylarda belli olacak. İnsanoğlu doğa ile savaşarak ayakta kalmayı başarıyor öte yandan, bir aşı bulacaklar elbette. Ama bu döngü tekrar tekrar yinelenecek.

Gün gelecek… Ne olacak… Gün geldiğinde biz burada olacak mıyız?

Bir arkadaşımla telefonda konuştum birkaç gün önce. “Bu günleri de görecekmişiz” dedim.

“Görmeseydik de olurdu,” dedi.

Sen görmedin.

İyi oldu.