Füsun Akatlı'dan Bir Derleme: 'Yazı Bahçesinden'

Füsun Akatlı'nın zaman zaman disiplinlerarası kurduğu yüksek sadakatli ve çok katmanlı ilişkiyi en somut bir biçimde veren kültür yazılarının ilki olan “Yazı Bahçesinden”, kızı Zeynep Altıok’un derlemesiyle gün yüzüne çıktı.

Eren Aysan

Bir kültür insanına uzanmak

Kimi zaman bir sözcükten yola çıkarım

Aç kalmış güzel bir kurttur o

Bedevi bir sabır gibiyimdir

Ey tesellisiz gece.”

(Melih Cevdet Anday)

 

Rollo May, “Yaratma Cesareti” adını verdiği çalışmasında, yaratıcılığın incelenmesinin en büyük zorluklarından biri olarak, yaratıcı ile dünya arasındaki esrarlı, çözümlenemeyen karşılaşmayı gösterir: “Sanatçı ya da şairin görüşü, özneyle (kişi) nesnel kutup (olmayı -bekleyen- dünya) arasındaki belirleyici ara noktadır”(77). May, bu ara noktayı bir mücadele alanı olarak tanımlar; yaratıcının evrenin anlamsızlığını ve sessizliğini nasıl “var” ettiğini, anlamı ortaya çıkarana kadar nasıl “yokluk”la boğuştuğunu göz önüne sermeye çalışır.

Peki, nedir bu çileli yolun sırrı? Neden eli kalem tutan herkes yazmaya eğilimli olduğu inancıyla yaşayıp, birgün esin perisiyle hesaplaşacağı, âsude günlerin geleceği ya da deneyim kazanıp yalnızlığın bahçesine girdikten sonra ilahi bir kudretle yaratabileceği günlerin özlemini duyar? Niçin yazmak hayalleri süsler de eyleme pek az dönüşür?

 

ONURLU VE ÜRETKEN BİR YAŞAM

Marquis de Sade’ın hayatının anlatıldığı, “Düşlerin Efendisi” filminde, yazar olmanın önkoşulu olan yazma eylemine sabırla bağlılık sinema diliyle özetlenir. Sade, yaşamaya mahkum edildiği hapishanede, elinden kalemi alındıktan sonra, çarşafa kanı ve dışkısıyla, çarşaf elinden alındıktan sonra giysilerine, son olarak da bedenine tasarımlarını aktarır. Çılgınca yazma isteğinin, insanı hayrete düşürecek yoğunluktaki emeğin ardında kuşkusuz var olma çabası ve kendini adlandırmaya yönelik sınırsız bir arzu bulunur.

O zaman şiddetli yazma eylemiyle, yazma beklentisi arasındaki paradoks nedir? Yahut yazı yazmaya hazırlanıp da ertelenmesine yol açan, sonrasında da “boşa geçmiş” bir hayat yaşandığına yönelik anlam hangi noktalarda kırbaçlanır? Bir anda eline kalemi alacak kişinin karşılaşabileceği sınırsız handikaplar nelerdir? Varlık ile yokluk arasında boğuşulan karanlık koridorlarda bir karakter nasıl yaratılabilir?

Dahası bir felsefeci-yazarın, bu ülkenin koşullarında iliklerine kadar hissettiği hüzne rağmen, hiç durmadan kitapların arasında ömrünü yazınsal eleştiriye, denemeye, tiyatro sanatı kuramına, ülkedeki toplumsal sancıya adamasının sırrı nerededir? Yazmak bir sağaltım mıdır? Zaman zaman umutsuzca da olsa paylaşmanın verdiği gülümseyiş midir? Yahut bir entelektüelin ömür boyu sürdürdüğü yazı arkadaşlığını bitiremeyişi midir? Bu noktada eleştirinin de sadece bir ölçüp biçme işi değil, aynı zamanda bir yaratıcılık çabası olduğunu da vurgulamak gerek sanırım.

Füsun Akatlı’yı düşününce kendi yazı bahçesinden bütün harflerin izinden geçmesini anlamak hiç de zor değil. Üstelik bir kitabına adını verdiği “Kültürsüzlüğün Kışı”nı şimdilerde en şiddetli, hatta hiddetli haliyle yaşarken... Onun yazma eylemine ilişkin arzu ettiği “görev” değil “haz” ilkesiyle yaşamın kapısını aralamanın başarısı budur belki de.

Geçtiğimiz günlerde bir anlamda onun zaman zaman disiplinler arası kurduğu yüksek sadakatli ve çok katmanlı ilişkiyi en somut bir biçimde veren kültür yazılarının ilki olan “Yazı Bahçesi”, kızı Zeynep Altıok’un derlemesiyle gün yüzüne çıktı. Böylece kendisini, “felsefe okudum, edebiyatla haşırneşir oldum. Bu alanlar, dünyayı, hayatı ‘göründüğü gibi’ değil de ‘olduğu gibi’ kavramaya yöneltirler kişiyi”(298) tanımlayan, bir geniş pencereden hayata bakan yazarın dünyasına kapı aralıyoruz. Onurlu ve üretken bir yaşamın ardından kaleme alınmış yazıların her biri hayata ve insana, topluma ve kendisine dönük olarak bakmasını bilenlere sürekli yeni olanaklar sunuyor: “Geçmişe sarılanların, zamanın bir boyutunu olsun, kurtarabilecekleri, yaşayabilecekleri akla geliyor. Oysa öyle olmamıştır. Çünkü onlar, o karambolde, sehven (!) kendi geçmişlerine değil, yaşamadıkları ve tanımadıkları bir geçmişe kapılanmışlardır: Bir kuşak öncesinin geçmişine! Onun için estirdikleri nostalji rüzgarı, bir tıknefesin can havlini andırmakta, kendilerinden sonraki kuşağın belleğine ikmal yapamamaktadır”(10).

Bu “mış” gibi kısmı önemli! Geçmişi zihnimizde beyaz perdeye aktarmanın ardında bugünün huzursuzluğundan kaçma çabasının yattığı rahatlıkla söylenebilir. Gelecekten korkmak daha masum dönemlere yönlendirir insanı. Üstelik umudun kırıntısının bile kalmadığı dünyada elimizdeki son kart da yırtılmış görünüyor şimdilerde. Hele dünyanın sonunu öngörmekle kapitalizmin bitiş noktasını görememek arasında salınıp duruyorsanız… Geriye tutunacağınız tek dal olarak “bir zamanlar” deyişi kalıyor. Smokinli, viskili, purolu kadınları adamların süzdüğü pırıltılı, görkemli balo salonları, ince cigarayı tutan beyaz eller, imkânsız tesadüfler, düşlerde müziklerle bezeli danslar, büyük aşklar, ille de mutlu sonlar iyileştirici bir tasarım olarak kullanılıyor artık. Bununla birlikte, 1980’lerde yapısal bir sarsıntı geçirmiş bir kuşağın gündüz ördüğünü gece söken Penelope’den yahut kayayı bir türlü doruğuna ulaştıramayan bir Sisyphos’dan birazcık daha bahtlı sayılması gerçeği de yüreğimizi soğutmuyor. İşte Füsun Akatlı, kendi kuşağının da sırrını çözümleyerek kaşla göz arasında masamıza sunulan “nostaljik tasarım”a olan itirazlarını zaman zaman yüreğine çöreklenen yorgunlukla zaman zaman da yenilediği isyan duygusuyla sunuyor.

 

DEĞİŞMEYEN BİR ROTA

Peki, ya son yıllarını verdiği o güzelim kent İstanbul’un yitirilip bitirilmesine dair canhıraş haykırışı? “Onlar içeride yalnız, göz deliklerinden son yirmi beş yılın İstanbul’a ettiklerine bakar, bakışırlar... Mahcup bir benzeşme duygusuyla. Bakakalırlar giden geminin ardından, serde erkeklik de yoktur ama ağlayamazlar. Müzikler geçer içlerinden, barok. Üstesinden geldikleri her günün sonunda gülümseyerek “hoyrattır bu akşamüstleri daima” derler birbirlerine, anlayışla. Ortak yaşamlarına, sisli anılarına, yaşanmış ve yaşanamamış aşkların küllerine, ikisini birbirine kenetleyen erken ölümlerin onmaz acısına ancak ve ancak yalnız, yapayalnız, birbirleriyle kaldıklarında tırnaklarını kabuklarının iç çeperine geçirerek gözyaşı akıtırlar. (...) Dışardaki hayatın renkleri zevksiz, neşesi kaba, zenginliği görgüsüz, üslubu lezzetsiz, önerileri çiğ... olsa da olmasa da, içeriden tüm önlemler alınmış, kale berkitilmiştir, ne gam!”(36).

Oysa İstanbul yalnızca düşünülmesi yahut hatırlanması gereken bir kent değildir yalnızca. Hayatın kendisidir Akatlı için... Şimdilerde pek çok yeni İstanbullunun ayırdına varamadığı bir yaşam biçimidir. Dolayısıyla salt bir kentin değil, o kente dair her şeyin adıdır bir anlamda.

Bu nedenle her yazının arka planında yola kültürel tarihsel dönüşüm, modernleşme/ modernleşememe, bütün bunların karşısında başkaldıran ve ezilen insan, zamansal bellek/ belleksizlik, görüntünün olanakları ve olanaksızlığın açık temsili gibi çok değişik olguları bir araya toplanmış, insanın yolculuğuna dair değişmeyen bir rota üzerinde durmaya çalışmıştır. Belki de Walter Benjamin’in tarihsel alana yaklaşımının, dokümantasyon kavramına bakışının yeniden, kültürel iklimde ilerlemesini hatırlatır kişiye zaman zaman kaleme aldıkları. Benjamin de geçmişin bütün parçalarını, kültürün bir o kadar da kültürsüzlüğün arenası olarak nitelendirir: “Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir. Geçmiş imgesi onda kendini amaçlamış olarak bulmayan her bugünle birlikte yitip gitme tehdidi taşır; bu imge bir daha geri getirilemez”(47).

 

YARATICI ÖZÜYLE BULUŞAN YAZAR

Akatlı da geçmişin gerçekliğinden yola çıkarak gerçeğin aslında ne derece somut bir baskı oluşturduğunu vermeye çalışır. Aslında tarihin kültürsüzlüğünden ve devrik parçalarından bugünün hiçbir farkı yok: Metinlerinde yine Benjamin'in koleksiyonculuğa, alıntılara ve montaj tekniğine düşkünlüğü yaslanan yanlar da bulunur. Koleksiyoncu için nesneler, günlük hayatta mahkûm olduğu kullanım değerinden arınır, bir işe yaramaktan kurtulur. Mesela Pasajlarda izlediği yöntemi Benjamin şöyle açıklar: “Bu projenin yöntemi edebi montaj. Bir şey söylemem gerekmiyor. Yalnızca göstermeliyim. Ne parlak üslup oyunlarına başvuracağım, ne de hazineden herhangi bir şey çalacağım. Yalnızca artıklar, yalnızca çöp; ki onları da tarif etmeyip yalnızca sergileyeceğim”(57).

Ancak Füsun Akatlı’nın meselesi, Benjamin’in arzu ettiği gibi sırf alıntılardan oluşmuş bir yapıt yaratabilmek değil, geçmişe ait bütün olanakları kendi süzgecinden geçirerek yeni bir olgu yaratmak: “Siz istediğiniz kadar mektuplarınızı, resimlerinizi, yazılı kağıtlarınızı, manalı-manasız nesnelerinizi atmayın, saklayın... Kendinize kolay el uzatılamayacak bir çekmece içinde özgül bir ‘yitik zaman parçası’ ayırın, onu kendinize saklayın. Belleğinizle uyumlu yaşamaya çalışın... Bu arada bir şeyler yazın, yazın, yazın (...) Yazdıklarınız sanki suya yazılıdır”(12).

Füsun Akatlı, insanın kendisine doğru yapacağı her yolculuğun onu yaratıcı özüyle mutlaka buluşturacağını savunarak “çaba” sarf etmenin ilk eylem olduğunu, dökülecek terin hiçbir zaman boşa gitmeyeceğini belirtir, yazma uğraşında çaba harcayanlar için de ağırbaşlı bir yöntem sunar hep.

Nurdan Gürbilek, “Kendine Ait Olmayan Oda” isimli yazısında, roman okurken içimizi, “kendi kaderimizden asla sağlayamayacağımız, bir yabancının kaderini tüketmiş olan alevin verdiği sıcaklıkla” (95) ısıttığımızı söyler. Gürbilek’in anlatmak istediği, bir çok romanın okur üzerindeki etkisinin, anlattığı hayatın tüketilmişliğinden; yanlış yaşanmış, ancak yaşanabilecek bir hayat olmasından kaynaklandığı düşüncesidir. Karşımızda “sakatlanmış bir hayatın ama pekala olmuş bir roman”ın izleri bulunmaktadır. Peki, o zaman sözü edilen yaralı hayatın acısı romanda nasıl ortaya çıkar? Yaratıcının kişilik oluşturma serüveni, kendi hayatına tüy kadar dokunsa bile roman karakterlerinin özgüllüğüne nasıl yansır? Üstelik Akatlı’nın savunduğu üzere, “yaratıcılık kavramı üzerinde fazla düşünülmeden orta malı edinilmiştir” vurgusuna karşı okur nasıl konum belirler? Yoksa Metin Altıok’un “ben diyorsam bilin ki o sizsiniz” dizesi okurun bakışıyla açılan büyük bir kapı mıdır? Öte yandan yazın dünyasında çokça tartışılan, “yaygın kitle”ci, “seçkin okur”cu, “ortalama okur”cu yönsemeler seçilerek edebiyatın içinde olduğu açmaz ne kadar anlatılabilir? Akatlı da bu nitelemelere karşı kendi tasarımını sunarak bu kavramları bir anlamda al aşağı ederken yapılan tekdüzeliklerin de dalgasını geçer. Böylece her defasında var olan üzerinden değil de, kavramların anlamlarıyla ilgili derinlemesine düşünce sunar.

Yazı Bahçesinden'in son bölümleri tiyatro sanatı üzerine yazınsal düşüncelerle örülü bir soluktur. Gerçekçi tiyatro anlayışının öncülerinden Stanislavski, Bir Karakter Yaratmak isimli yapıtında, genç oyuncu adayına, sahnede gerçeği yansıtması için, bir oyuncunun ilk akla gelen, bildik fikirlerle yol almasının tuzağa düşürücü olduğundan, yaşama ait farkındalığın ayrıntılarıyla göz önüne alınması gerektiğinden söz eder. Böyle bir çaba da bir anlamda yazıdaki gibi sabır ve ıstırapla örülü bir başlangıcı işaret etmez mi? Akatlı da yazı ile sahne arasında kurduğu bakış açısına bir düşünür kimliğiyle yaklaşır.

Kültür yazılarının ilk cildi sayılabilecek Yazı Bahçesinden, çıkışta “bilimcilik” oynamak yerine “bilgi üretme” çabası içindeki tam bir aydının farklı alanlarda felsefede, edebiyatta, tiyatroda, müzikte, kent kültüründeki düşünce dünyasının izlerini bulmak mümkün. Bugün Füsun Akatlı aklıma gelince böylesine derin bir bilgi birikimin de bedeniyle birlikte toprak altına göçmüş olmasının sancısını yaşıyorum.

Füsun Akatlı’yı ölümünden bir ay kadar önce Metin Altıok Şiir Ödül Töreni'nde görmüş, tören sonrasında da bir uzun masada bol bol sohbet etmiştik. Dahası o yıl ödül alan, sevgili babam Behçet Aysan’ın on iki yaşından beri arkadaşı, dostu Hulki Aktunç’un da şimdi olmadığını bilmek daha fazla hüzünlendiriyor beni. Oysa bütün gece karşılıklı gözyaşlarımızı saklamıştık birbirimizden.

Ve gecenin sonunda sevgili Füsun Akatlı’yla vedalaşmamızı hatırlıyor, o koca gülümseyişiyle hepimize el sallarken yerleştiriyorum zihnime. Yalnızca kalbim değil, aklım da parçalanıyor. Şimdi her neredeyse huzur içindedir umarım.

 Yazı Bahçesinden/ Füsun Akatlı/ Kırmızı Kedi Yayınları/ 360 s.