!f’ten kadın manzaraları
17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali sürüyor. Festivalden ilk izlenimlerimizi ‘kadın filmleri’ üzerine derledik.
Emrah KolukısaBu yıl 17. kez kapılarını açan ve İstanbul’da güçlü bir sinema rüzgârı estiren !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde, birçok izleğin yanı sıra, kadınların hikâyelerini anlatan kadın yönetmenlerin de izini sürüyoruz. Bir yandan kadın sinemacıların sayısındaki bu artış yakın geleceğe dair ümitlerimizi yeşertirken, bir yandan da hasadın böylesine yüksek kalitede oluşu sinema sanatı adına epey tatmin edici. Senaryosunu yazıp, başrolünü üstlendiği “Frances Ha”dan bu yana başka bir gözle izlediğimiz ve doğrusu bizi de hiç hayal kırıklığına uğratmayan Greta Gerwig’in ilk yönetmenlik denemesi olan “Lady Bird - Uğur Böceği” hakkında çok iyi şeyler işitiyor ve heyecanla izlemeyi bekliyorduk. İlk kez açılış gecesi perdeye düşen film, 17 yaşında Sacramentolu bir genç kızın yaşamına tanık ediyor bizi. Ailesinin taktığı adıyla Christine, kendi kendine verdiği adıyla ise “Lady Bird”, sıkışıp kaldığını düşündüğü küçük kentte büyüme sancılarıyla kıvranırken hem New York’a gitmeyi hayal etmekte, hem de oğlanlarla, sosyal çevresiyle, annesiyle ve birazcık da olsa utandığı sınıfsal konumuyla başa çıkmaya çalışmaktadır. Bu gel gitler içinde en yakın arkadaşından kopması da kaçınılmazdır elbette. Saoirse Ronan’ın başrolünü üstlendiği ve yılın en dikkat çekici genç oyuncularından Timothy Chalamet’nin de küçük bir rol üstlendiği filmde Gerwig sağlam bir yönetmenlik sınavı verirken senarist olarak da çizgisini bozmuyor ve sanki bizi Frances Ha’nın gençliğiyle tanıştırıyor. Oyuncu performanslarının hepsi birinci sınıf elbette (özellikle Ronan) ama doğrusu anne rolündeki Laurie Metcalf ile baba rolündeki Tracy Letts’in gerçekten takdire şayan bir iş çıkardıklarını belirtelim.
Bir büyüme öyküsü de İsveç’ten
Kürt asıllı İsveçli sinemacı Rojda Şekersöz’ün filmi tam da “Lady Bird”ün üzerine izlenince ilginç bir bağlama oturuyor ve sanki iki film sayesinde farklı Kültürlerin benzer hikâyelerle olan sinemasal deneyimlerini gözlemlememize fırsat tanıyor. “Beyond Dreams - Rüyaların Ötesinde” adlı filmde kahramanımız bu kez 20’li yaşlarını sürüyor ve filmin başında biz onunla cezaevinden salıverilirken tanışıyoruz. Vaktinin çoğunu en büyük hayalleri Latin Amerika’ya kaçarak Stockholm’ün bunaltıcı atmosferinden kurtulmak olan arkadaşlarıyla aylaklık yaparak geçiren Mirja kendine bir iş bulmaya karar verir ve bir otelde çalışmaya başlar.
Kısa sürede işinde sivrilen ve terfi alan Mirja, yavaş yavaş arkadaş çevresinden kopacak ve farklı sorumluluklar üstlenerek hayatını rayına oturtmaya çalışacaktır. İlk uzun metrajlı filmiyle güçlü bir çıkış yapan Şekersöz, neredeyse hiç erkek sokmadığı (iki belirgin ama küçük rol dışında hiç erkek yok neredeyse) filminde tam bir kadın dünyası yaratıyor ama sadece kadınlığa dair meseleleri işlemediği gibi Kürt kimliği üzerine de inşa etmiyor hikâyesini. Filmin hemen hemen her sahnesinde yer alan Evin Ahmad (Mirja) ise yetkin oyunculuğuyla muhtemelen filmin en büyük kozu. Wonder Woman’ın gizli tarihi Çizgi roman meraklılarının yakından tanıdığı, son yıllardaki DC sinema uyarlamalarıyla (ve Gal Gadot’un karşı koyulmaz çekiciliği sayesinde) geniş kitlelerin de tanıştığı Wonder Woman karakterinin nasıl ortaya çıktığına dair gerçek bir hikâye anlatan “Professor Marston and the Wonder Women” yine kadın bir yönetmen (Angela Robinson Brown) tarafından çekilmiş. 1930’lu ve 40’lı yıllarda ABD’de geçen film ‘yalan makinesi’ni icat etmeye çabalayan karı koca bir akademisyen çiftin onlarla çalışmaya başlayan genç ve çekici stajyerle olan ilişkileri üzerinden çatıyor hikâyesini. Kısa bir süre sonra üçlü bir ilişki yaşamaya başlayacak olan bu ‘tuhaf aile ne yazık ki dönemin muhafazârlığına kurban gidecek ve önce işlerinden, sonra da yaşadıkları mahalleden kovulacaktır.
İşsiz kalan Professor Marston’ın aklına süper güçleri olan bir kadın kahraman yaratmak gelir ve bu kahramanı da ikisi de feminist olan karısı ve metresinden esinlenerek Amazon yapmaya karar verir. Üstelik bol bol sado mazo sahneler, ‘bondage’ (bağlama), ‘spanking’ (kalçaya şaplak) gibi erotik çağrışımlar da çizgiromanda bolca yer alacaktır. Tabii bu durum ahlak zabıtalarının hiç hoşuna gitmeyecektir. Daha önce “L Word” ve “True Blood” gibi dizilerde yönetmenlik yapan Angela Robinson Brown’ın bu şaşırtıcı filmi bugün hâlâ tabu sayılan bazı meselelerin bundan 70 yıl önce nasıl yaşandığını ve toplumda nasıl karşılandığı gösteren ve milyonların severek izlediği Wonder Woman’ın da aslında ne denli radikal bir kökeni olduğu anlatan etkileyici bir iş.