Fransızların Dreyfus'u Gibi...
cumhuriyet.com.trTeokratik devletin tek seçeneği olan egemenliğin halka, dolayısıyla da yasama yetkisinin Meclis’e devredildiği, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı laik düzenin kurulmasını sağlayan hukuk, bu Doğulu kurnazlıkla bir çırpıda yasa düzeyine indirgenerek, devletin kuruluş sözleşmesi yasama organı Meclis’in yetki alanına sokulmuştur.
Biliyorsunuz Arapça dava sözcüğü, dilimizde yaygın biçimde bir mahkemede görülen yargılama anlamında kullanıldığı gibi, düşünce, fikir, sav, sorun anlamlarına da gelmektedir. Örneğin 70’li yıllara kadar “Kalkınma davamız var, din davamız var, dil davamız var” şeklinde de bolca kullanılmıştır.
Nasıl unuturum. 1975 yılı Kasım ayında Cumhuriyet’te çıkan “Kent Romanı-Köy Romanı Üstüne” adlı yazımda “Roman problemlerle değil, sorunlarla uğraşır” dediğim için, “Bre cahil, sorun problemin Türkçesidir” diyen yazarcıkların saldırısına uğramıştım.
Oysa biri yeryüzünde görünüm kazanmış çözümü denklemleştirilebilen fiziksel olgularla, diğeri ise çözümü kesinlikle aritmetiksel denklemler halinde özetlenemeyen çok boyutlu karmaşık yapıya sahip soyut olgularla ilgili kavramlardır.
Örneğin bir toplumun konut problemi, saptanacak sayıda konutun gereksineceği malzeme ve paranın sağlanması halinde kolayca çözülebildiği halde, o toplumun diyelim dil, din veya kalkınma sorununun aritmetiksel denklemler haline getirilebilmesi bile kesinlikle olanaksızdır. Nitekim Frenkçede de hem “problem”, hem “question” sözcükleri vardır. Bilindiği gibi Osmanlıcada da problem’in karşılığı “mesele”, question’ın karşılığı ise “dava”dır ve günümüz konuşma diline mesele problem, dava da sorun olarak aktarılmıştır.
Bu nedenle 22 Temmuz seçimlerinden bu yana parti başkanı, sözcüsü, hukukçu, anayasa profesörü, uygar (civil) toplum örgütü yöneticisi, Holding medyasının demirbaş münazaracı ve köşe yazarlarının yoğun biçimde sürdürdükleri şu kampanyaya bakılırsa, bizim de tıpkı Fransızların Dreyfus Davası gibi yıllardır bir türlü çözemediğimiz bir “Anayasa Davamız” olduğunu yadsıyabilmek galiba olanaksızdır.
Bilindiği gibi Yahudi asıllı Fransız subayı Alfred Dreyfus, 1894 yılında Fransız haber alma servisinin güya Paris’teki Alman Askeri ataşesinin kâğıt sepetinde bulduğu bir belgeye dayanılarak Askeri Mahkeme’de söz konusu kanıtı görmesine bile izin verilmeden yargılanıp, vatana ihanet suçundan mahkûm edilmiş ve rütbesi sökülüp ordudan atılarak Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’na sürülmüştür.
Kız kardeşinin yaptığı girişimler ise bir sonuç vermek şöyle dursun, tam karşıtı kamuoyunda “Yahudi düşmanlığının” şiddetlenmesine neden olmuştur.
Ta 1898 yılında Emile Zola’nın bu adli hatanın farkına varıp 13 Ocak günlü Aurore gazetesinde Cumhurbaşkanına hitaben yazılmış Dreyfus’u hiçbir kanıt olmadan mahkûm ettirdiği için Genelkurmayın ağır bir dille eleştirildiği “Suçluyorum” başlıklı bir açık mektup yayımlamasıyla dava yeniden gündeme getirilebilmiştir.
Ancak, hem Askeri Mahkeme, Savunma Bakanlığı’nın yaptırdığı incelemede söz konusu belgenin sahte olduğunun anlaşılmasına ve sahte belgeyi düzenleyen albayın bu olay üzerine intihar etmesine karşın Dreyfus’u gene suçlu bularak 10 yıl hapis cezasına çarptırmış, hem de Emile Zola Fransa’yı küçük düşürme suçundan hakkında açılan davada 1 yıl hapis, 3 bin Frank para cezasına çarptırılmıştır.
İnsan hakları
Zola’nın verilen bu haksız cezadan dolayı ülkesini terk ederek İngiltere’ye gitmesi kuşkusuz konuyu daha da güncelleştirmiş, tıpkı bugün bizde olduğu gibi kamuoyunda insan hakları, kişi özgürlüğü, ulusun yüksek çıkarları, ordunun onuru gibi kavramlar tartışılmaya başlamıştır yoğun bir biçimde.
Gerçi Dreyfus hükümetin aldığı bir kararla hemen serbest bırakılmıştır, ama aklanması Zola’nın 1902 yılında ölmesinden sonra bu kez Jean Jaures’nin sahip çıkıp savaşımı Meclis’te ve kamuoyunda sürdürmesiyle davanın yeniden görüşülmesi sayesinde 1906 yılında sağlanabilmiştir ancak.
Oysa ne Zola hukukçudur, ne de Jean Jaures. Liseyi bile bitirememiştir Zola. Jaures de liselerde ve edebiyat fakültesinde dersler vermiş felsefe öğretmeni bir solcu politikacıdır.
Kuşkusuz Anayasa Davamız ile Fransızların Dreyfus Davası’nı aynı kefeye koyup değerlendirebilmek de elbette olanaksızdır.
Yargı hatası
Nitekim Dreyfus Davası sonuçta bir yargı hatasından kaynaklanmış, gene yargı aracılığıyla çözümlenebilecek bir problemdir ve 12 yıl sonra da olsa iki yurtseverin yargılanmayı göze alarak yaptıkları girişimlerle çözümlenmiştir.
Ama Anayasa Davamız ise tam 133 yıldır kavgasını verdiğimiz, çağdaşlaşmamızı, dolayısıyla modernleşmemizi sağlayacak siyasal evrimle ilgili bir toplumsal olgudur ve kesinlikle yargı, yasama ve yasa ile ilgili olmayıp, devlet düzeninde kuvvetler ayrılığı ilkesini yaşama geçirip yasama-yürütme-yargı erklerinin oluşmasını sağlayacak ve özerkliklerini koruyacak hukuk’la ilgili, çözümü toplumsal çok boyutlu bir sorundur.
Bilindiği gibi, 1867 yılında III. Napolyon’un çağrısı üzerine Sultan Abdülaziz’le birlikte Paris Sergisi’nin açılışına, oradan da Londra’ya giden Osmanlı aydınları, İngiltere’nin olağanüstü gelişmişliği karşısında şaşırıp, bu kalkınmışlığı salt Kralın Parlamento ile birlikte çalışmasına yorarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu da parlamentolu bir düzene geçirebilmek için yurda döner dönmez girişimlere başlamışlardır.
Ne var ki, egemenliğin hanedandan ve kutsal güçlerden alınmasını, yasama-yürütme-yargı erklerinin ayrıştırılıp özerkleştirilmesini ve yasama yetkisinin Meclise devredilmesini akıllarından geçirmeye bile cesaret edemeyen bu aydınlar, çözümü Frenkçe Constitution law deyimini, İngilizce law sözcüğünün hem hukuk, hem kanun anlamına gelmesinden yararlanarak tam bir Şarklı kurnazlığı ile hukuk ve yasa kavramlarını karmakarışık edip, “kuruluş hukuku” diye değil, “kuruluş kanunu” anlamında “Kanun-i Esasi” diye Osmanlıcalaştırmışlardır. Kurdukları bu ucube düzen için de, gene aynı kurnazlıkla gerek Constitution law’un Fransızcası La Charte Constitution deyimindeki charte’ın okunuşundan, gerekse Frenkçede Constitution ve Condition sözcüklerinin ses uyumundan yararlanıp Arapça “şart” kökünden, sultanın bir meclisle birlikte çalışmayı kabul ettiği yönetim biçimi anlamında yeryüzünde başka hiçbir dilde karşılığı bulunmayan “Meşrutiyet” diye yeni bir sözcük uydurmuşlardır.
Yasa değil hukuk
Görüldüğü gibi, teokratik devletin tek seçeneği olan egemenliğin halka, dolayısıyla da yasama yetkisinin Meclis’e devredildiği, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı laik düzenin kurulmasını sağlayan hukuk, bu Doğulu kurnazlıkla bir çırpıda yasa düzeyine indirgenerek, devletin kuruluş sözleşmesi yasama organı Meclis’in yetki alanına sokulmuştur.
Bu yüzden de seçimlerde çoğunluğu elde eden her siyasi parti, ilk iş olarak yasama organının yetki alanında sandığı bu hukuku değiştirmeye kalkışmaktadır hemen.
Yüz küsur yıldır bir türlü tam anlamıyla demokratikleşemememiz de, bizce hiç kuşku yok ki, bu yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Bugün “Anayasa” dediğimiz şey, kesinlikle yasa değil bir hukuktur.
Yasama organının Anayasayı değiştirmeye kalkışması ise laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan hukuku zedeleyeceği için bir karşıdevrim’dir.
Ama ne acıdır ki, tıpkı Dreyfus davasında olduğu gibi, hukukçularımız her ne hikmetle ise yüz küsur yıldır süregelen bu hukuk hatasıyla da ilgilenmemektedirler kesinlikle. Oysa bu hukuk hatası düzeltilmeden gerçekten demokratik bir düzene kavuşmamız şöyle dursun, çağdaş dünyayı kavrayabilmemiz bile olanaksızdır.
Bu davada da iş, gene biz yazarlara düşmektedir galiba...