Fransa'da kim kazandı? Emmanuel Macron ya da sermayenin yürüyüşü
Macron eski partisinde Hamon’un önerilerini “radikal” bulan sağ kanadın desteğini zaten kazanmıştı. Fakat belki de en büyük “destek, kuşkusuz istemeyerek, Marine Le Pen’den geldi. Seçmenlerin çoğunluğunun bir “ulusal felaket” gözüyle baktıkları aşırı sağ adayı ikinci tura kalınca seçim zaten bitmiş gibiydi.
cumhuriyet.com.trProf. Taner Timur, BirGün Pazar için Fransa seçimlerini yazdı.
İşte Timur'un Fransa seçim sonuçlarını analiz ettiği o yazdı:
7 Mayıs 2017’de Fransa’da başkanlık seçiminin ikinci turu yapıldı ve Emmanuel Macron ülkenin 8. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Aslında hiç de beklenmedik bir sonuç değildi ve iki tur arasında TV’de yapılan yapılan Macron-Le Pen tartışması sadece “favori aday”ın oy oranını artıracağı yönünde değerlendirilmişti. Nitekim gerçekten öyle de oldu: Macron’un bir ara % 59’a kadar inen oy beklentisi, 7 Mayıs akşamı ekranlara % 66,1 olarak yansıyordu.
Atı alan Üsküdar’ı geçmişti! Şimdi tüm Fransızlar Macron’u konuşuyor ve üç yıl öncesine kadar kimsenin tanımadığı bu hırslı gencin nasıl olup da Elysée’yi fethettiğini anlamaya çalışıyorlar.
•••
Aslında durum çok da anlaşılmaz görünmüyor ve kabaca şöyle özetlenebilir: Batı’da geleneksel parti sistemleri çökerken, Fransa’da durumu kavrayan ve hesaplarını “krizi fırsata çevirmek” ilkesi üzerine kuran bir yetenek “ben de varım!” diyor ve harekete geçiyor. Büyük oynamaya kararlı; en büyük güvencesi de büyük sermaye ile kurduğu bağlar ve bagajındaki parlak CV: Ülkenin en gözde eğitim kurumlarında okumuş; Üniversitede filozof Paul Ricoeur’e asistanlık yapmış ve onun manevi otoritesi altında Makyavel hakkında yüksek lisans tezi ve Hegel üzerinde bir DEA hazırlamış; sonra ünlü ENA’da (Ulusal yönetici yüksek okulu) öğretime devam ediyor ve o biter bitmez de “maliye müfettişi” olarak kamuyla tanışıyor; arkadan Rotchild Bankası ve orada geçen dört altın yıl; nihayet 2012’de bir akşam yemeğinde Cumhurbaşkanı François Hollande ile tanışma ve açılan Elysée kapıları..
•••
E. Macron, Elysée’de iki yıl genel sekreter yardımcılığı ve bu arada da F. Hollande’a iktisadi danışmanlık yapıyor. 2014 yılında da, henüz 36 yaşındayken, Ekonomi Bakanlığına getiriliyor. Oysa acelesi var; durmak yok ve iki yıl sonra da “Parti”sinden bağımsız bir hareket örgütlüyor: Yürüyelim! (En Marche!). Artık yeni denklem şöyle: Emmanuel Macron (EM) = En Marche! (EM)! Tanrı “yürü ya kulum!” demiş; Macron da yürüyor!
•••
O yürüyor, ama hükümette de garip ve tutarsız bir durum var. Hollande rahatsız; bakanını “sadakat”e davet ediyor ve ona ayar vermeye çalışıyor. Nafile! Yürüyüş bir kez başlamış bulunuyor; durmak yok. Macron, 30 Ağustos 2016’da bakanlıktan istifa ediyor ve 16 Kasım’da da Cumhurbaşkanlığına adaylığını ilan ediyor!
•••
“Yürüyelim!” hareketini başlatan bildiri, aslında hayli tuhaf bir bildiri. Macron orada önce kısaca hayatını anlatıyor ve sonra da yol arkadaşlarını inandığı dört değeri paylaşmaya davet ediyor: Emek, Özgürlük, Sadakat ve Açılım. Bu sonuncu değeri (Açılım) açıklarken seyahat etmeyi, dış dünyayı tanımayı ne kadar sevdiğini anlatıyor ve bunun “içinin derinliklerinde” kendisini Fransız hissetmesiyle uyuşmazlık teşkil etmeyeceğini de ekliyor.
•••
Gerçekten de tuhaf ve aldatıcı bir bildiri. “Sadakat”i geçelim, “emek” değerini en başta görenler, eski bakanın icraatını anımsıyorlar. Bunlardan en çok akılda kalanlar da, Macron’un henüz danışman iken “rekabet” uğruna şirketlere sağlanmasında başrolü oynadığı 40 milyar Euro’luk vergi indirimi ve bakan olduktan sonra da ticari kurumlarda Pazar günü çalışma serbestisini yılda 12 haftadan 35 haftaya çıkarması! Tabii bir de, liberalizmi genişleterek, şehirlerarası seyahatler kolaylaşsın diye bir “otokar filosu” oluşturması var ki, Macron’un emekçilere 20 bin iş sağlayacağını söylediği bu filo gerçekte ancak 1500 yeni iş yaratmış! Ayrıca Bakan bu arada Sosyalist Parti’nin övündüğü “haftada 35 saat çalışma” ilkesini açıkça eleştirmekten de kendisini alamıyor. Ve böylece tüm emekçi dostlarının şiddetle karşı çıktıkları bu önlemlerin “emekçiler”e ne yararı olduğu da hiç anlaşılamıyor.
•••
Başlangıçta bu “Yürüyüş”e inananlar fazla değil ve herhalde çoğu kimse de içinden tebessüm ediyor. Oysa kendisi inançlı; belki de 2012 seçimlerini düşünüyor ve o tarihte olası adaylar arasında Hollande’ın adı geçince, sonradan onun dışişleri bakanı olan Laurent Fabius’un “güldürmeyin beni!” dediğini anımsıyor! Ve partilerin adaylarını tayin edecekleri ön seçimleri (les primaires) bekliyor.
•••
Kasım 2016’da Sağ’ın, Ocak 2017’de de Sol’un aday seçimleri sürprizli geçiyor ve beklenmedik şekilde François Fillon Cumhuriyetçilerin, Benoit Hamon da Sosyalistlerin adayı seçiliyor. Sosyalist Parti’de Manuel Valls’ın elimine olması ve bir süre sonra da Macron’u destekleme kararı kuşkusuz umutlarını artırıyor. Ne var ki o sıralarda Hollande’ın yerlerde sürünen itibarı da bu umutları sınırlıyor. Bu koşullarda, Fillon, Fransızların çoğunluğuna adeta seçilmiş bir cumhurbaşkanı gibi görünüyor. Ta ki 27 Ocak 2017’de, Le Canard Enchainé gazetesinde o uğursuz haber çıkana kadar!!
•••
Gerçekten de o gün ne olmuştu? Bir kış günü Fillon için nasıl bir “kara gün” haline gelmişti?
Olan şuydu: O gün mizah gazetesini alanlar ilk sayfasında “Penelope’un kazandığı 600 bin Euro Fillon’u zehirliyor” diye inanılmaz bir haber okudular. Penelope, Fillon’un karısıydı ve herkese ahlak dersi veren kocası sayesinde çalışmadan çalışır görünerek yüz binlerce Euro kazanmıştı.
Fillon isyan etti; “bu bir komplodur” dedi; adaylıktan çekilmeyeceğini söyledi; karısının çalıştığını, ortada kanuna aykırı bir durum olmadığını iddia etti; fakat konuştukça battı; başka kirli dosyalar ortaya çıktı ve bahtsız aday sondajlarda hızla düşmeye başladı. Talih, ya da esrarengiz güçler yardımcı olmuş, Macron’un yüzü gülmüştü. Durum biraz da 2012 Başkanlık seçiminin favori adayı Dominique Strauss-Kahn’ın 2011’de, New York’ta, “cinsel taciz” suçlaması ile tutuklanmasından sonra François Hollande’ın şansının açılmasına benziyordu. Böylece “Yürüyüş”e katılımlar da hızla artmaya başladı. 2012 seçimlerinde aday olarak % 9 oy alan liberal François Bayrou’nun desteği başka katılımları da tetikledi.
•••
Macron eski partisinde Hamon’un önerilerini “radikal” bulan sağ kanadın desteğini zaten kazanmıştı. Fakat belki de en büyük “destek, kuşkusuz istemeyerek, Marine Le Pen’den geldi. Seçmenlerin çoğunluğunun bir “ulusal felaket” gözüyle baktıkları aşırı sağ adayı ikinci tura kalınca seçim zaten bitmiş gibiydi.
•••
Ne var ki bütün bu gelişmeler kimilerine büyük sermayenin başı çektiği “komplo” kokulu bir senaryonun ürünü gibi görünüyordu. Örneğin Fransız felsefesinin afacan anarşisti Michel Onfray için bu konuda kuşku yoktu. “Sermayenin şişme bebeği” dediği Macron da bu iş için ideal bir figürdü. Sosyalist Parti’de Benoit Hamon, fantezist önerileriyle adaylık seçimini kaybetmesi için seçilmiş ve sonra da Fillon aynı amaçla yerle bir edilmişti. Fillon’a hediye edilen koleksiyon saatlerini, pahalı elbiseleri bol bol sergileyen burjuva basını, aynı kanallardan beslenen daha bir sürü ünlü politikacının adlarını nedense unutmuş görünüyordu. Hele Rotchild’den kazançlarını ve servetinin dörtte üçünü gizleyen Macron hakkındaki sessizlik affedilir gibi değildi.
Aslında temel mesele Avrupa Birliği idi ve “totaliter Maastricht Devleti” mümkün olan tek AB şekli olarak sunuluyordu. Tek doğru politika, ne sağ ne de sol, partiler-üstü bir politika idi. Buna karşı çıkmak şoven olmak, savaş kundakçılığı yapmak, ateşle oynamaktı. Komünist aday Jean Luc Mélenchon’un zaten fazla bir şansı yoktu. Marine Le Pen ise bu konuda pekala bir “kullanışlı aptal” olabilirdi. Böylece “senaryo”nun sahipleri asıl aşırı sağ adayı Marine le Pen’i ileri sürmekte bir sakınca görmediler. Fakat bu konuda dikkatli olmak, ikili bir taktik uygulamak gerekiyordu. Bir yandan faşist adaya medya kapıları açılıyor, ekranlarda bol bol görünmesi sağlanıyor, öte yandan da onu karalamak için seferber olunuyordu. Macron da bu konuda kendine düşen rolü oynadı ve Nazi’lerin yok ettiği Oradour köyünü ve Yahudi soykırımı abidesini ziyaret ederek Fransızlara “Lepenizm” bağlamında Nazi işgalini, Vichy’yi ve General Pétain’i hatırlattı. Böylece tabloda bütün figürler yerlerini almış oluyordu. Plan işledi ve sonunda da “sermayenin şişme bebeği” alkışlar arasında Elysée’nin yolunu tuttu.
•••
Macron’a gelince, o hiç de bu kanıda görünmüyordu ve zaferini kısmen kişisel kararlılığının, kısmen de “şans”ın eseri olarak sunuyordu. Galiba tamamen haksız da sayılamazdı ve bu da gerçeğin başka bir parçasını teşkil ediyordu. Oysa bana düşmez ama, benim aklıma da genç Başkan’ın üniversitede yaptığı akademik çalışmalar geldi: Makyavel hakkında bir yüksek lisans, Hegel hakkında da bir doktora ön diploması (DEA)! Öyle görünüyor ki genç yetenek daha yirmili yaşlardayken Floransa’lı filozoftan iktidarın anahtarlarını, Yena’lı filozoftan da “tarihin hilelerini” öğrenmişti. Arkadan büyük sermayenin rüzgârları da esmeye başlayınca, varın hesap edin, kim şişmez ki? Elysée’nin yolları kendisine böylece açılmış oldu. Şimdi herkes onu konuşuyor ve “şişme bebeğin” bir borsa balonu gibi patlayıp patlamayacağı tartışılıyor.