Foy, Ali ve Mortensen

Lisbeth Salander’in yeni macerası ‘Örümcek Ağındaki Kız’ ve 60’ların Amerikası’nda nasıl yaşandığını anlatan ’Yeşil Rehber’ haftanın vizyonunda öne çıkanlar. İki filmde de başrol oyuncuları dikkat çekiyor.

Emrah Kolukısa

Yeni bir Lisbeth Salander macerasına ihtiyacımız var mıydı? Bu soruya evet yanıtını verenler bir hayli çok olmalı ki, ‘Ejderha Dövmeli Kız’ romanıyla başlayan ve yazarı Stieg Larsson 2004 yılında ölünde Millenium Üçlemesi olarak kalan romanların ardından 2015’te David Lagercrantz’a yeni bir Millenium macerası yazması için sipariş verildi ve bu hafta vizyona giren “The Girl In The Spider’s Web” (Örümcek Ağındaki Kız) roman formatında yayımlandı. Hatta ardından geçen yıl ‘The Girl Who Takes An Eye For An Eye’ adlı yeni bir macera daha yayımlandı, yine Lagercrantz imzasıyla. Tahminim o ki, bu tavuk daha çok altın yumurtlayacak ve biz (ya da her kim meraklıysa) daha birçok Salander macerası okumaya (ve izlemeye) devam edeceğiz.

Lagercrantz aslında zekice bir numarayla orijinal üçlemede yer alan küçük bir detayın üzerine kurmuş bu dördüncü Millenium macerasını. Burada hemen açık edip tadını bozmayayım ama olaylar en nihayetinde Lisbeth’in kişisel tarihindeki bir şeylere denk düşecek ve geçmişle derin bir hesaplaşma yaşayacak kahramanımız. Daha önceki romanlarda (ve filmlerde) olduğu gibi yine araştırmacı gazeteci Mikael Blomkvist ona yardım edecek, ama izleyince siz de göreceksiniz çok da ağırlıklı bir rolü yok filmde. Belki de böylesi daha iyi, zira Blomkvist’i bu filmde canlandıran oyuncu (Sverrir Gudnason) her ne kadar yakışıklı olursa olsun ne Michael Nyqvist ne de Daniel Craig kadar karizmatik.

Yönetmen Fede Alvarez (‘Don’t Breath’ adlı müthiş gerilim filmiyle hatırlıyoruz kendisini) filmin gerilim dozunu fena tutmamış belki ama Lisbeth’i yer yer vigilante (intikamcı) bir süper kahramana ya da daha kötüsü neredeyse kadın bir James Bond’a dönüştürerek orijinal üçlemedeki zekâ  dolu hikâye kurgusunu ortalama bir aksiyona feda etmiş. Bu yeni romanı okumadığım için bir şey söyleyemiyorum, belki orada da böyledir ama doğrusu Lisbeth’in bu yeni halini çok sevmediğimi belirteyim. Ayrıca filmin merkezindeki nükleer silahlarla ilgili meselenin Lisbeth’in kişisel hikâyesine bağlanmasındaki kuguyu da bir hayli zorlama buldum ve bu bütünde karakter dönüşümlerinin ya da açılımlarının bir hayli göz ardı edildiğini hissettim. Evet, iki saat boyunca sıkılmadan izliyorsunuz filmi, ama ne Noomie Rapace gibi çarpıcı bir keşfe tanık oluyorsunuz (Claire Foy hiç fena değil bu arada kabul edelim, ‘The Crown’daki imajını silmesi çok kolay değildi) ne de “ben ne izledim be öyle” duygusuyla ayrılıyorsunuz sinemadan.

 

Filmdeki zıtlar uyumu...

Haftanın diğer filmi ‘The Green Book’ (Yeşil Rehber) bizi insanların ‘zenci’ kelimesini hiç çekinmeden ağız dolusu söyledikleri günlerin ABD’sine götürüyor ve siyahi bir piyanistin güney eyaletlerde çıktığı turneye tanık ediyor. Filme adını veren Yeşil Rehber de, o yıllarda siyahilerin hangi otelde kalıp hangi lokantalarda yemek yiyebileceğini gösteren tuhaf bir seyahat kitabından başka bir şey değil aslında. Tuhaf ama o günler için maalesef el altında bulundurulması gereken, bugün baktığınızda utanç vesikası bir rehber...

Gerçek bir hikâyeden yola çıkan filmde 60’lı yılların çok tanınmış olmasa da adı müzik tarihinde anılan Dr. Don Shirley (Mahershala Ali) ile ona yol boyunca eşlik eden koruması ve şoförü İtalyan asıllı, aslen doğuştan ırkçı ama temiz kalpli Tony Lipp (Viggo Mortensen) ile olan yolculuğu ve o yolculuk boyunca gelişen olaylar sonucu derinleşen dostlukları anlatılıyor özetle.
Daha çok kardeşi Bobby ile birlikte çektiği “Salak ile Avanak”, “Ah Mary Vah Mary” gibi komedi filmleriyle tanınan Peter Farrelly’nin yönettiği film yine belli bir dozda mizah içeriyor ama komedi değil de daha çok dramedy denilen ve dramla komediyi harmanlayan bir tarzda aktarıyor derdini. Birkaç çarpıcı sahne dışında (Don Shirley’in konser verdiği zengin malikanede tuvalete alınmayıp, bahçedeki derme çatma kulübeye yönlendirilmesi örneğin) ırk meselelerine çok da derinlemesine girmeyen, daha çok ‘Driving Miss Daisy’ gibi bir orta şekerli yöntemi tercih eden filmde ikili arasındaki dinamikler ve kimya sürüklüyor hikâyeyi. Her iki oyuncu da birinci sınıf performanslar koymuşlar ortaya amenna, ama buradan onlara Oscar çıkacağını pek sanmam doğrusu.

Mahershala Ali’nin piyano çalmaktaki becerisi eğer bir çekim hilesi yoksa gerçekten etkileyici ve Mortensen da bir hayli kilo alarak canlandırdığı Tony Lip karakterinde son derece sağlam bir denge unsuru koyuyor ortaya. Brooklyn aksanıyla konuşan ve Little Richard’ı tanımadığı için Don Shirley’e “Ben senden daha siyahım, senin kültürünü senden iyi biliyorum” dediği sahne özellikle akılda kalıcı. Yine de son tahlilde hoşça vakit geçirten, genel olarak verdiği mesajla politik doğrudan yana ve bir “kendini iyi hisset” filmi olmanın ötesinde çok da iz bırakmayan keyifli bir seyirlik ‘The Green Book’.