Foucault ve psikoloji

Foucault, felsefeyi Batı dünyasının en nevi şahsına münhasır ve en genel kültürel formu olarak değerlendirir.

Alper Hasanoğlu

Psikolojinin felsefenin çocuğu olduğunu biliyoruz ama felsefenin aslında psikoloji olduğunu id-dia etmemiz de mümkün değil midir? Buna itiraz edecekler arasında son 40 yıldır daha yoğun olmak üzere deneysel ve / ya da kognitif psikolojiyle uğraşanların ön sıralarda yer alacağını düşünüyorum. Davranışçılığın en önemli isimlerinden Watson daha 20. yüzyılın başlarında psikolojiyle felsefe arasında hiçbir bağın olmaması gerektiğini savunuyordu. Psikolojinin bütünüyle nesnel ve deneysel bir doğa bilimi haline gelmesi, onun teorik amacının davranışların incelenmesi olması gerektiğini savunuyordu. Bu anlamda Watson’a göre bilinç konusunun hiçbir şekilde gündeme getirilmesine gerek yoktu. Bu bakışın insana verdiği zararın, psikolojinin insanla değil insanın gösterdiği semptomlarla ilgilenmesi sonucunu doğurması olduğunu söylemek zorundayız. Bu indirgemecilikten çıkış yolununsa felsefenin tekrar psikolojiyle olan bağının kurulması olduğunu da. 

Benim klinik felsefe demeyi tercih ettiğim felsefi psikoloji zihinle bilinç arasındaki ilişkiyi, genel olarak zihnin yapısını, benliğin doğasını, özgür iradeyi, terapötik ilişkinin nasıl olması gerektiği-ni, sinir-bilim, psikoloji ve felsefe arasındaki bağın felsefi yapısını araştırır. Bu anlamda felse-fenin psikolojiyle bağlantısını hem psikolog hem de filozof olan Michel Foucault’nun, Alain Ba-diou’nun onunla yaptığı bir söyleşide  söyledikleri üzerinden değerlendirmek ve klinik felsefeden ne anladığımı açmak istiyorum. 

Foucault öncelikle, “Psikoloji bir bilim midir?” sorusunu soruyor kendine ve bu soruya yanıt olarak, psikolojinin ne olduğunu anlayabilmek için, onu “ulaşabileceği nesnellik veya bilimsellik formu üzerinden değil de herhangi başka bir kültürel formu ele alıyor gibi” incelemek gerektiğini söylüyor. Kültürel form dediğimizde anlamamız gereken şey, belli bir kültürde kendi esaslarını oluşturup bir kurum halini alan ve kendine özgü bir dil ortaya koyup bilimsel diyebileceğimiz bir forma ulaşan bilgi biçimidir. Psikoloji, Hristiyanlığın asırlar boyu sürmüş günah çıkarma ritüelinde, edebiyat ve tiyatroda ve tabii ki Ortaçağ boyunca da var olmuştur. İnsanın kendi üzerine düşünmesi ve sorgulaması, belli bir an gelmiş ve psikoloji adını almıştır. 

Çizen: Özge Ekmekçioğlu

Foucault, felsefeyi Batı dünyasının en nevi şahsına münhasır ve en genel kültürel formu olarak değerlendirir. Batı düşüncesi antik Yunan’dan Heidegger’e kadar – ve doğal olarak halen daha – kendini hep felsefenin içinde düşünegelmiştir. Peki bir kültürel form olarak psikolojinin en genel kültürel form olarak felsefeyle olan ilişkisi nasıldır? Psikoloji bilimsel bir üslupla, yüzyıllarca felsefenin yakasını bırakmamış ve onu canlı tutmuş bütün meseleleri yeniden ele almış ve bugüne kadar felsefenin formu altında kendine yabancı ve kapalı kalmış şeylerin, bilimsel çerçevede yeniden ele alınmasını sağlamıştır. Psikoloji Batı insanının kendini sorguladığı kültürel form haline gelmiş ve bu anlamda, Batı kültüründe insanın kendisiyle olan temel ilişkisi olmuştur. 

Psikolojiyi kendine özgü yapan şey, yani felsefeden ayıran özellik – ki Foucault’ya göre bu ne-denle insanbilimlerinin en önemlisi olmuştur ve adeta insanbilimlerinin yöneticisi konumundadır – Freud tarafından bilinçaltının keşfi olmuştur. 18. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın sonuna kadar psikoloji görevini bilincin analizini yapmak olarak belirlemişti, düşüncenin ve duyguların analizini yapmaya adamıştı kendini. 19. yüzyılın sonundaysa psikoloji artık kendini bilinçli ruhun bilimi olarak değil, yeni keşfedilen bir şeyin, bilinçaltının bilimi olarak görmeye başlamıştır. Psikoloji, kendini bilinçaltının bilimi olarak tanımladığı andan itibaren bütün insanbilimlerinin çalışma alanlarını yeniden yapılandırmış oldu. Bilinçaltının keşfiyle birlikte, örneğin bedenin kendisi de bilinçaltının bir parçası haline geldi. Ait olduğumuz topluluk, sosyal gruplar, içinde yer aldığımız kültür bilinçaltının bir parçası oldu. Annemiz ve babamız bilinçaltındaki figürlerden başka bir şey değildi artık. 

Psikolojinin yeni bir nesne ve aynı zamanda bütün insanbilimleri için evrensel yöntem olarak keşfettiği bilinçaltı hakkında, felsefe aslında hali hazırda kafa yoruyordu. Özellikle Schopenhauer’den beri felsefi bir nesne olan ve Nietzsche’ye kadar da böyle kalmış olan bilinçaltı sayesinde fark ettik ki, aslında insan yoktur. 19. yüzyılın başında Batı felsefesinin kaderi olarak antropoloji belirmiş ve aynı zamanda antropolojinin hem temeli olan hem de onun kayboluşuna yol açan bilinçaltı felsefe tarafından keşfedilmiştir. Ve öte yandan, der Foucault, bir insanbilimi olarak psikoloji 19. yüzyılın sonunda bilinçaltını tekrar ele alır ve insanbilimlerini pozitif bir form altında yeniden inşa eder. Ama insanbilimleri kendini, kendi pozitifliği içinde kurduğunda, insan felsefi olarak çoktan kaybolmuştu. Foucault’nun düşüncesine göre günümüzde psikolojiyle felsefe arasındaki bağın yokluğu bu fenomenden kaynaklanmaktaydı. Felsefenin Batı kültürüne bu antropolojik temayı – “İnsan nedir?” sorusunu sorarak – gösterdiği (Kant aracılığıyla) ve bu nedenle psikolojinin bu antropolojik temayı yeniden ele aldığı, bilinçaltı sayesinde de yeni bir anlam kattığı anda (Freud aracılığıyla), felsefe insanın olmadığını göstermişti (Nietzsche aracılığıyla). 

Foucault, deneysel ve pozitif psikolojiyle antropolojik psikoloji arasındaki farkı, ‘anlamak ve açıklamak’ terimleri üzerinden şöyle tanımlar; 17. yüzyıldan 20. yüzyılın sonuna kadar, yorumlamaya ve çözümlemeye ilişkin bütün disiplinler, açıklama yasası yahut ilkesinin uygulandığı pozitivist bir bilgi yöntemi lehine arka plana atılmıştır. “Nietzsche’den itibaren,” der Foucault, “19. yüzyılda kutsal metinlerin yorumlanması ve çözümlenmesinin tekrar belirmesiyle birlikte ve göstergenin keşfi ve yorumlanması olarak tanımladığı psikanaliz aracılığıyla Batı kültüründe yorumlama ve çözümleme teknikleri yeniden gündeme geldi.” 

Ben buna ‘klinik felsefe’ diyorum.