Feyza Hepçilingirler: ‘Halk siyasetçiye çaresiz, kitaba korkak!’
Feyza Hepçilingirler’in yeni kitabı “Kar Altında Buğday Tanesi”nde, dokuz bölüm başlığında sunulan denemeleri, şiirsel bir renkte, direngen ve reel bir umutla bezeli. Günümüzde insana, topluma dair olguların, sosyal ve edebi izdüşümlerini karşılaştırmalı sunuyor Hepçilingirler. Birlikte düşünmeyi amaçladığı kitabında dile getirdiği bir arzusu da, “Yetkili makamlarda oturanların; insana, doğaya,
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Ekigamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr
- Denemeleriniz dokuz bölüm başlığında sunuluyor. Farklı zaman aralıklarından ne yönde bir toplam ve amacı nedir?
- Belli başlı konularım var. Bu konulara göre gruplandırdım yazıları: Önem sırasıyla dil, edebiyat, kadın, çocuk, eğitim, toplumsal yaşam, başka kültürlerle karşılaştırmalar, okumanın, yazmanın önemi ve ben. Amacım tek: Bu konularda gözlem, izlenim, yorum aktararak; birlikte düşünmeyi sağlamak.
- Kitabınıza “Kar Altında Buğday Tanesi” ismini vermenizin özel bir nedeni var değil mi?
- Olmaz mı? Toplumun bir kesimi olarak gelecekle ilgili kaygılarımız, umutlarımızın önüne geçti. Oysa ben hep umuttan yanayım. Umudunu yitiren kişi, geleceğe ilişkin bütün düşlerini ve beklentilerini de yitirir.
Önsözde dediğim, arka kapağa da aldığımız sözlerle, “Karın altında beklerken kar suyuyla beslenerek büyüyen buğday tanesi gibi, bizi karanlıkta bırakan ve başımızı kaldırmamıza olanak vermeyen baskı da belki içten içe güçlendiriyor, başımızı kaldıracağımız güne yaklaştırıyordur bizi,” diye düşünüyorum. İçinden geçtiğimiz dönemde karamsarlığa kapılmamak için en çok umuda gereksinmemiz var. Ben de okuyanlara bu umudu vermek istedim.
“BENİM HALKIM EZİK!”
- Bundan başka bir deneme kitabınız olmayacak mı sahi?
- Bundan sonra bir kitap oluşturacak kadar çok deneme yazacağımı sanmıyorum gerçekten. Aklım fikrim çocuklara yazacaklarımda. Onlardan o kadar hoş geri bildirimler alıyorum ki... Bundan sonra belki kitaplaşmamış öykülerimi toplayıp yayımlarım.
- “Önemli olan gerçek kimliğini yüceltmek. Köyünü, kasabanı, bucağını, aşiretini, aileni, kendini... (...) Sen değerlisin. (...) Diline sahip çık, kimliğine, geçmişine, soyuna, ailene, ülkene... Utanma kendinden.” Moral ve özgüvenden yana bir seslenişiniz var hep. Evet, umutsuz değil ama kör de değil.
- Umut ve özgüven çok önemli. Benim halkım kadar ezik bir halk dünyanın hiçbir yerinde yok. Bakarsanız birey olarak herkes kendisini “halk” denen o büyük kitleden ayırıyor ve içinde yer aldığı kitleyi dönüp cahillikle, aptallıkla, sürü olmakla, koyun olmakla suçluyor. Aslında içten içe biliyor asıl suçlunun kendisi olduğunu.
Bu eziklikle siyasetçi karşısında çaresiz, din karşısında itaatkâr, sanat ve kültür konusunda ürkek, eğitim konusunda savunmasız, kitap karşısında korkak hissediyor kendisini ve bu hissine uyan davranışlar gösteriyor. Bu halkın eli kalem tutan kişilerinden biri olarak “Dik dur, sen halksın!” demek zorunda hissediyorum kendimi. Bütün mesele bu!
“DENEMEYİ ÖYKÜYE UZAK BULMUYORUM”
- Hayatın pek çok alanındaki geniş zamanlı durum tespitlerinize bir anayurt gibi denemeleriniz. Deneme de bunu sever hani! Deneme; düşünmek, susmamak, görmek, anlamın peşine düşmek, yaşamın, zamanın ve tarihin her deminden öz almak değil mi? Siz nasıl yazıyor, nasıl harekete geçiyorsunuz?
- Ne güzel tanımladınız denemeyi. Deneme, tam olarak sizin pek güzel tanımladığınız şeydir gerçekten. Ben genellikle gözlemlerimden yola çıkarak o gözlemler üzerine düşünce üreterek yazıyorum. Yaşadığım ufak tefek olaylar da çok zaman düşünme fırsatı veriyor. Denemeyi öyküye pek de uzak bulmuyorum açıkçası. Gözlemlediğiniz bir olayı yeni baştan kurgulamak nasıl öyküye vardırıyorsa kalemi, o olay üzerinde düşünmek, nedenini, nasılını sorgulamak da yolunuzu denemeye çıkarıyor.
- Günümüzde hızla değişen dünya, maziyi özletirken kitleleri pek çok konuda neredeyse melankolik edecek! Denemelerinizdeki özlem ve hüzün duygusu ise buna meydan vermiyor. Metinlerinizde hüznü, eyvahlanmadan ve şiirsel bir tatta soğururken, direngen ve reel bir umutla bütünlüyorsunuz.
- Yüzümü hiçbir zaman geçmişe dönmedim, dönmem. Bu geçmişi unuttuğum anlamına gelmiyor elbette. Geçmişteki kültürel kazanımların birer birer elden çıkması ne kadar üzücüyse insanlık değerlerinin yerini şiddete, nefrete, bencilliğe, çıkarcılığa, her alanda kabalığa bırakması da o kadar üzüntü verici. Ama teslim olmak, hele hele yıkılmak asla yok. Yıpratılanı onarırız, yıkılanı yeniden kurarız, yeter ki kendimize, gücümüze inanalım.
“USUL USUL UNUTUYORUZ!”
- Edebiyatta bir zamanlar hâkim olan etik anlayışı, disiplini ve o el birliğini de okuyoruz “Kar Altında Buğday Tanesi”nde. Edebiyatın ve sanatın hangi önemli isimlerini, nasıl andınız?
- Saygı ve hoşgörünün kimselere fark ettirmeden nasıl da usul usul ortadan kalktığını görmek insanın yüreğini acıtıyor. Hiciv, yergi, nasıl da gülümseyerek karşılanırmış eskiden. Şimdi gözünün üstünde kaşın var demek suç. Ben de önemsediğim kişileri, hiç değilse adlarını anarak anımsatmak istedim.
Önceleri zamanın şaşmaz bir yargıç olduğuna inanırdım. Ama yaşadıkça bunun böyle olmadığını gördüm. Anılan, anımsatılan yaşıyor. Belki az okuduğumuzdan, belki yaşamak çabası ağır bastığından, belki edebiyat algısı hâlâ lisede okutulan bir ders düzeyinde kaldığından, belki başka nedenlerden...
Unutuyoruz, unuttukça kendimizi unuttuklarımızdan mahrum ediyoruz. Adı çeşitli nedenlerle gündemde tutulmayan hiç kimse yazdıklarıyla, yapıtlarıyla yaşamıyor. Ben de Ahmet Rasim’den Faruk Nafiz’e, Halide Edip’ten Sennur Sezer’e, Nezihe Meriç’e sevdiğim edebiyatçıları anarak onları bir kez daha anımsatmak istedim.
“EDEBİYAT, SANAT KURTARIR!”
- Bu iz sürümünde bir arzunuz da, “Yetkili makamlarda oturanların; insana, doğaya, denize, hayvana, sağlığa, sanata edebiyatın gözüyle bakması”. Ne türlü bir bakmadır bu?
- Gerçek edebiyat hayata başkalarının gözüyle bakabilmeyi sağlar. Paranın gözüyle değil, insanın, hayvanın, doğanın; kadının, çocuğun, denizin, toprağın, ağacın, suyun gözüyle...
İnsan sevgisini yüreklerinden tümüyle silmiş siyasileri gördükçe, onların doymak bilmez hırslarına tanık oldukça keşke diyorum; başkalarının gözleriyle de bakabilseler dünyaya. Nefret değil sevgi yeşertseler içlerinde, savaşı yüceltmekten vazgeçip barışla barışsalar.
İşte o zaman edebiyatın işlevi geliyor aklıma. İnsanı kinden, nefretten, hırstan, öç alma duygularından kurtaracak, edebiyattan ve genel olarak sanattan başka nasıl bir sihirli güç olabilir ki?
“GENÇLER KÖKSÜZ HİSSEDİYOR”
- “Derdimiz Türkçe” bölümünde, günümüzde Türkçeyi bozan etkenlerin arasında dilleri kuşatan İngilizceye ayrı bir yer ayırıyorsunuz. Bu bağlamda değişimin edebiyatta da ifadesini bulmaya başlayan temelinde ne yatıyor?
- ABD’nin dili olduğu için İngilizce, dünyanın ortak iletişim dili halinde dolaşımda ve yalnız Türkçeye değil, bütün dillere etki ediyor. Ancak hiçbir dil Türkçe kadar koşulsuz teslim edilmedi İngilizceye. Biz İngilizceleşmeyi çağdaşlaşma sanmak gibi bir aymazlık içindeyiz. Televizyon ve internet ortamlarında yakındığımız duruma yol açan da bu aymazlık.
Yediden yetmişe herkese İngilizce öğrenmeyi şart koşmuş durumdayız. Ama ne yazık ki bu isteğimizle gerçeğimiz çakışmıyor. En çok gereksinme duyanlara bile İngilizceyi öğretemiyoruz. Onun yerine benimsenen davranış, biliyormuş gibi yapmak. Bu da yersiz çalımlara, anlamsız komplekslere yol açmakta. Nereye kadar gider? Bu aymazlık sürdüğü sürece bitmez. Günlük yaşamın bütün alanlarına da sıçrar, edebiyata da bulaşır.
- Kültür ölürken geleneksel ile çağdaşlık arasında sağlıklı bir hat kurmanın yoluna nasıl dikkat çekiyorsunuz kitapta? Düşünceleriniz, bugünün gençlerini üniversitede deyim yerindeyse sahada gözlemleyen bir hoca olarak da önemli.
- Gençlerimiz üzerinde, hiç değilse büyükçe bir bölümünün üzerinde kültür olarak yalnızca popüler kültürün etkisi var. Kendilerini yetiştirmiş olanlar bu bilinci kendi çabalarıyla kazanmış durumdalar. Yoksa biz çocuklarımızda ve gençlerimizde kendi kültürlerini hiçbir komplekse kapılmadan benimseme isteği uyandıramıyoruz. Ne türkü biliyorlar ne Dadaloğlu’nu ne Itri’yi tanıyorlar. Dolayısıyla geleneğin içinden yaşatılacak olanı seçme ve yaşatma isteği duymadıkları gibi, kendilerini her an başka bir kültüre kapılanacak köksüz bireyler olarak hissediyorlar ve olanak buldukları ilk anda da bunu yapıyorlar zaten.
“TÜRKÇE HOR GÖRÜLÜYOR!”
- Türkçeyi bilim ve felsefe üretme konusunda yetersiz bulanlar var. Ne diyorsunuz onlara? Ayrıca Osmanlıca hocalığı yapmış biri olarak Osmanlıca ile ilgili tespitlerinizi burada da dile getirir misiniz?
- Yüzyıllarca hor görüldüğü gibi bugün de hor görülüyor Türkçe. Osmanlı zamanında medresede Arapça, Cumhuriyet döneminde üniversitede İngilizce eğitim veriliyorsa bir arpa boyu yol gitmemişiz demektir.
Dil herhangi bir alanda kendiliğinden gelişmez. Türkçe ile bilimsel çalışmalar yapmışız da Türkçe yetersiz mi kalmış? Düşünce üretmeye çalışmışız da Türkçe engel mi olmuş?
Osmanlıcaya övgüler düzenlerin çoğu, bir dili mi, bir alfabeyi mi kastettiklerinin bile farkında değiller. Osmanlıcanın ayrı bir dil olduğunu düşünüyorlarsa yanılıyorlar; değildir. Ödünç sözcüklerle kendisine yabancılaştırılmış bir dönem Türkçesinin adıdır Osmanlıca. Alfabe olarak düşünüyorlarsa Türkçenin daha önce kullandığı pek çok alfabeden biridir ve onların içinde Türkçenin ses özelliklerine en az uyanıdır.
- Kişisel anılarınız da yer alıyor kitabınızda. Çocukluğunuz, aile ve yazın hayatınızın kimi önemli anlarını paylaşıyorsunuz. Bir anı kitabı yazmayı düşünüyor musunuz?
- Okura karşı açık yürekli olmayı seviyorum. Bilgiçlik taslamak, kendimi bir yerlere çıkararak oralardan ahkâm kesmek bana göre değil. Deneme kitaplarımın sonuna kendim hakkında yazdıklarımı eklememin nedeni, okura kendimi gizlemediğimi göstermek.
Anı kitabı yazmayı düşünmüyorum. Hem belleğimin gücüne güvenmediğim için hem de geçmişi didikleyip kendimi üzmek istemediğimden. Anlatılmaya değer gördüklerimi öykülere, denemelere serpiştiriyorum zaten. Bu kadarı yeter bence.
Kar Altında Buğday Tanesi / Feyza Hepçilingirler / Kırmızı Kedi Yayınevi / 416 s.