Faydalı bilgiler... Hilafet
Faydalı bilgiler... Hilafet
Tayfun Atay / Cumhuriyet“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, ya bana biat edersiniz, ya da sizleri ateşte yakarım.”
Bu tehditkâr sözler, Abdullah İbn Zübeyr’e ait. Mekke’de zemzem odasına hapsederek kendisinin halifeliğini kabul etmeye zorladığı “Ehl-i Beyt”ten, yani Peygamber yakını 24 kişiye sarf ediyor onları (akt. İhsan Süreyya Sırma, “Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi”, 1995, s. 62).
Abdullah İbn Zübeyr, Emevi halifeliğinin pek itibar görmediği Mekke’de, ikinci Emevi halifesi Yezid’in ölümü üzerine ortaya çıkan boşlukta kendi halifeliğini ilan etmişti. O zaman, 10 yıllık bir ara dönemde biri Mekke’de, diğeri Şam’da olmak üzere iki halife var olmuş, daha sonra duruma hâkim olan Emeviler, Zübeyr’i öldürerek yeniden tek hilafeti temsil eder konuma gelmişlerdir.
Hilafet, İslâm’ın iktidarla tanışmasıdır. Bu tanışma, İslâm peygamberinin ölümünden hemen sonra, daha onun na’şı defnedilmeden başladı. Ve işte en son, gerek IŞİD, gerekse Boko Haram önderliklerinin dünya âleme ilan ettiklerine bakılırsa, fanatik olduğu kadar “fantastik” bir mahiyet arz ederek bugüne kadar devam ettiği de söylenebilir.
Hz. Muhammed ölünce, insanlara Allah’a kullukta eşitliği vaaz eden yeni dine inananlar, kendilerine lider seçiminde eski yerleşik alışkanlıklarına geri dönüp soy, sop, nesep, kabile, yöre gibi aidiyet kategorilerine müracaat ettiler. Halife, Peygamber’i Mekke’de barınamadığında bağrına basmış “Ensar”dan, yani Medineliler arasından mı olmalıydı yoksa onun doğum yeri Mekke’den mi? Peygamber’in kabilesi Kureyş’in ileri gelen saygın bir üyesi mi olmalıydı, yoksa onun akraba çevresi Haşimoğulları soyundan mı? Yoksa ona daha da yakın olan “Ehl-i Beyt”ten mi?..
Bu soruların işaret ettiği gerçek, hilafetin hiç de iddia edildiği gibi, İslami çerçeve içerisinde bir ittihat (birlik) sembolü olmayıp daha çok bir ihtilaf kaynağı olarak ta en baştan boy gösterdiğidir. İlkin Kureyş’in güçlü ismi ve Peygamber’in hem yakın ve sadık dostu (“Sıddık”), hem de kayınpederi Ebubekir, anlaşıldığı üzere politik olduğu kadar “ekonomik” güdümlemeler de devreye sokularak halife seçildi. Mesela o süreçteki bir olayı, Abdülbaki Gölpınarlı şöyle aktarmakta:
“Bu sırada Eslemoğulları Medine’ye geldiler. O kadar kalabalıktılar ki Medine sokakları daraldı. (...) Eslem boyu, Medine’ye kumaş ve azık almak için gelmişti. Onlara Rasûlullâh’ın halifesi Ebû-Bekr’e bey’at edin, ondan sonra biz size dileklerinizi verelim dediler ve bu sûretle onların bey’atini [bağlılık ve itaatini] sağladılar” (A. Gölpınarlı, “Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik”, 1979, s. 63).
İzleyen süreçte ilk büyük kırılma bilindiği gibi dördüncü halife ve Peygamber’in hem damadı, hem de amcaoğlu Ali döneminde yaşandı. Onun halifeliğini kabul etmeyen Şam valisi Muaviye, öldürülmüş 3’üncü halife Osman’ın soyu olan Ümeyyeoğulları’na hilafeti tekrar taşımıştır. Ali’nin üyesi olduğu, Kureyş’in bir diğer önemli boyu Haşimoğulları da Ümeyyeoğulları’ndan “rövanş”ı Abbasiler’le almıştır. Tek farkla ki Ali’nin soyundan gelen Alioğulları değil, Peygamber’in diğer amcası Abbas’ın soyundan gelen Abbasoğulları aracılığıyla oldu bu rövanş.
Bu şekilde ve daha da dallanıp budaklanarak devam edip gitti hilafet “kapışması”. Başta işaret edildiği şekilde, aynı anda birkaç yerde farklı halifelerle “çoğul hilafet” dönemleri baş gösterdi sık sık. Söz gelimi, sınırları genişledikçe merkezi güçleri azalan Abbasiler’in uzak diyarlarda görevli emirleri, halifeyi “iplememeye” başladılar. Ve İslâm dünyasının “Batı yakası”nda Mısır ve Suriye’yi etkisi altına almış Şiî-Fatımi halifeliği, ona tepki olarak da daha batıda Sünni Endülüs-Emevi halifeliği, Abbasi halifeliğine ilaveten beraberce var oldular.
Osmanlı dönemi de böyledir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’daki son Abbasi halifesini “Mukaddes Emanetler”le birlikte İstanbul’a getirmesiyle hilafet Osmanlı’ya geçmiş sayılsa da bu, İslâm dünyasının bütününde çok ciddiye alınmamıştır. Aslında 13-14’üncü yüzyıllarda geçerli düşünce, İslâm’a hakkıyla hizmet eden her hükümdarın kendi toprakları üzerinde halife sıfatını hak ettiği şeklindeydi. Öyle ki Yavuz’dan önceki Osmanlı sultanları da 14’üncü yüzyıldan itibaren bu sıfatı kullanmıştır.
Osmanlı’da hilafetin hiç önemsenmediği söylenemez belki, ama Sultan 2. Abdülhamid’e kadar çok fazla kıymete binmiş de değildir. Sultan Abdülhamid’in halifeliği “ihya etmesi” ise aslında Osmanlı’yı İslâm kimliğine dayalı bir “millet” yapma arzu ve arayışıyla bağlantılıdır.
İlginç olan şudur ki Atatürk’ün hilafeti “ilga etmesi” de bir “milli devlet”i Türk kimliğine dayalı kurma arzu ve arayışıyla bağlantılıdır.